14 Mart 2010 Pazar

Anna Lindh Vakfı Forum 2010: İçerik ve Projeler-1

Yaklaşık iki haftadır ulaşamadığım tez danışmanımla sonunda dün öğlen yemeğinde buluştuk. Her ne kadar mayıs ayında başlayacağım pilot çalışma ve tez önerim hakkında geri bildirim almak için buluşmuş olsak da bir de baktım ki her iki lafımdan biri Anna Lindh Vakfı (ALV) Forum 2010’da sunulan projelere atıfta bulunuyor. Madem üzerinden bir hafta geçmiş olmasına rağmen anlatılan projeler hala bende heyecan yaratıyor, bunları bir an önce blogumda paylaşmalıyım dedim kendi kendime.

Katıldığım ilk oturum olan “Okullarda Kültürlerarası Öğrenme ve kullanılabilecek metodolojiler” başlıklı çalışma grubunun hayal kırıklığı yarattığından bahsetmiştim bir önceki yazımda. Bu yazıma da forumdaki kronolojik sıraya uygun giderek bu oturum ile başlayayım. “Kültürel çeşitlilik ile ilgili okullarda kullanılan yeni araçlar” odaklı bu oturumun tartışılmak için öne sürülen soruları şöyleydi: Okullarda kültürlerarası duyarlılığı ve çeşitlilik odaklı yetkinlikleri geliştirmek için ne gibi araçlara ve kaynaklara sahibiz? Öğretmenlerin ve çoğaltıcıların kapasitelerini arttırmak için neler yapıyoruz? Kültürlerarası eğitimi eğitim programları dahiline alabilmek için hükümetler düzeyinde neler yapılabilir? Bu sorulardan yola çıkılarak oturumdaki konuşmacılar ve katılımcılar farklı boyutlara vurgu yaptılar. Mesela bir konuşmacı, kültürlerarası diyalog temelli bir kültür yaratılması için “öteki”(kavramı)’nin imajının değiştirilmesi gerekliliğinden bahsetti. Başka bir konu da tarih dersi ve tarih kitapları idi. Örgün eğitim kurumlarında okutulan tarih kitaplarının kültür ve kültürlerarası diyalog ile ilgili bir içeriğe sahip olmadıklarından (bir çoğunun olumsuz kalıp yargıları desteklediklerdi, özellikle müslüman olmayan ülkelerin kitaplarında Kur-an ve Şeriyat’ın yanlış yorumlandığından, bu gibi yanlışlıkların da adaletsizlik ve öfke gibi duygulara yol açtığından) bahsedildi ve kitapların dikkatlice gözden geçirilmesi gerektiği söylendi. Bu gözden geçirilme sürecinde de kitapların negatif yönlerinin öne çıkartılması yerine her kitabın en iyi uygulamasının (best practice) vurgulanması gerektiği belirtildi ve bu sürecin, Akdeniz kültürünün avrupa ve arap kültürlerinin bir sentezi olmasından yola çıkılarak, bu iki farklı kültürel görüşün yüzleştirilerek eleştirel bir perspektifin uyarlanmasından geçtiği ifade edildi. Okullardaki kültürel çeşitlilikle ilgili yapılan çalışmalara mutlaka içinde yaşanılan toplumun da dahil edilmesi gerektiği de önemle vurgulanan bir diğer noktaydı. Bu oturumda Akdeniz kültürünün islami boyutunun daha iyi anlaşılabilmesi için okullarda kullanılabilecek sanal bir müzeden bahsedildi. Bence bu oturumda ifade edilen ve Türkiye’deki gerçeklikle doğrudan ilişkili olan en önemli katkı, okulların sadece bilgi aktaran, akademik kurumlar olarak görülmesinin yanlış olduğu, okulun öğrencilerine “kültürel değerler” i de aktarmakla sorumlu olduğuydu. Bu noktada bir katılımcı akademik başarı odaklı eğitim sistemlerine (ki Türkiye’deki eğitim sistemi de açıkca böyledir) atıfta bulunarak “biz burada kültürel değerlerin öğrenilmesini, olumlu tutum geliştirmeyi konuşuyoruz ancak ulusal değerlendirme sistemleri akademik başarı odaklı. Öğretmenlerin birincil sorumluluğunun öğrencilerini sistem tarafından koyulan akademik başarı ölçen sınavlara hazırlamak ve onların bu sınavları başarıyla geçmeleri olarak tanımlandığının hepimiz farkındayız. İşte bu yüzden de öğrencileri kültürel çeşitliliğe, kültürlerarası farklılıklara karşı hoşgörülü olmak için verilmesi gereken eğitim arka planda kalıyor.” dedi. Benim bu oturumdan kendimce çıkardığım sonuç elimizde ne kadar çok araç olsa da, uygun metodolojiyi kullansak da hem içinde yaşanılan toplumu hem de makro düzeyde eğitim sistemini (eğitim politikalarını) değiştirmediğimiz sürece istediğimiz kadar kültürlerarası diyalog için kapıları aralamaya çalışalım, göstereceğimiz her çaba yüzeyde kalacaktır. Düşünün bir kere, TV karşısında haberleri izleyen babasının “X” özelliğini taşıdığı için haberin kahramanlarına söverken gören ilköğretim öğrencisinin, okulda bu “X” özelliğinin yaşamın bir parçası olduğu aktarılırken kendi içinde düşeceği çelişkiyi. Şimdi bu çocuk ailesi içindeki en önemli rol modeli olan babasının tepksini mi içselleştirsin, okulda söylenene mi? Bu kararı vermenin, özellikle de ilköğretim yaşlarındaki çocuklar için, çok zor bir süreç olduğunun altını çizmeme gerek yok herhalde.

Öğleden sonra oturumlarına kendimin de sunum yaptığı “Best Practices” (En iyi uygulamalar) oturumuyla başladım. Oturumun açılış projesi olan “kültürlerarası değişim oranının arttırılması için yapılan Euro-Med gençlik değişim projesini” sunarken kendimce bu projeyi de sorgulamadım değil. Bu proje AFS-Almanya koordinatörlüğünde yapılmış, Almanya, Türkiye, İtalya ve Mısır AFSlerinin gönüllülerinin kendi ülkeleriyle eşleşen ülkeye ziyaretlerini içeriyordu. Türkiye ile Mısır bu projenin “orta doğu/müslüman” kültürünün temsilcileri, Almanya ve İtalya ise “Avrupa” kültürünün temsilcileri olarak seçildikleri için TR gönüllüleri Mısır’a ziyarete gitmemişlerdi, ki bence bu büyük bir kayıp olmuş. Mısır’daki islam kültürü ile Türkiye’deki islam kültürünün karşılaştırılması için ve bu iki ülke arasında kültürel köprülerin kurulması için güzel bir fırsat olabilirmiş. Proje de tasarlandığı aşamada kendini bence bu noktada bir önyargıya kurba etmiş. Proje sonunda üretilen ve katılımcı gönüllülerin ziyaret ettikleri ülkelerdeki deneyimlerini subjektif bir şekilde aktaran el kitabını okurken keyif almadım değil. Bu kitabçığı merak edenleriniz olursa AFS-Türkiye ofisi ile iletişime geçebilir.


Oturumdaki sunum partnerim, Sivil Toplum ve Kalkınma Enstitüsü Derneği‘nin gerçekleştirdiği ve Türkiye’nin kanayan yaralarından biri olan beyin göçü hakkında İtalya, Ürdün, Güney Kıbrıs ve Türkiye’de yapılan bir araştırma projesini aktardı. Bu sunumun ayrıntılarını merak edenleriniz buradan ilgili belgeye ulaşabilirler.

Katıldığım bir sonraki oturum, Avrupa Konseyi(Council of Europe) temsilcisinin “Gençler için kullanılabilir Kaynaklar ve Fırsatlar” konulu sunumdu. Bu sunumun benim için duygusal boyutta önemi biraz farklıydı. Seneler önce (kaç sene oldu emin değilim, 4 ya da 5 olmalı) şans eseri ilanını görerek katılımcı olmak için başvurduğum “İnsan Haklarında Cinsiyet” konulu projeye katılarak CoE’nin Demokratik Liderlik Programı’na dahil olmuştum. Bu sunum boyunca aklıma hep program katılımcısı arkadaşlarım ve eğitimler süresince çıkan çatışmalar aracılığıyla ne kadar fazla içgörü kazandığım geldi.


Eski anıları bir yana bırakırsam, bu sunumda CoE temsilcisi gençlerle ilgili alanlarda çalışan gençlik sivil toplum örgütlerinin yararlanabileceği hibelerden, eğitim merkezlerinden ve eğitim araçlarından (el kitapları, eğitim programları vb.) bahsetti. Eğer gençlik alanında çalışan bir gençlik STK’sının bir parçasıysanız ve CoE’yi ilk defa duyduysanız, bu örgütün internet sitesine mutlaka uğramanızı, Strasbourg ve Budapeşte’deki gençlik merkezlerini ve sundukları hizmetleri incelemenizi tavsiye ederim. İlköğretim öğrencileriyle çalışan ve bu yaş grubundaki çocuklarla insan haklarıyla ilgili bir çalışma yapmak isteyenlere de CoE’nin yeni çıkardığı “Compasito” (Pusulacık) adlı kaynağa başvurmalarını öneririm. Bu Pusulacık maalesef İngilizce, bu kaynağın büyük yaş grubundaki katılımcılara yönelik versiyonu olan “Pusula” Bilgi Üniversitesi tarafından Türkçe’ye tercüme edildi. Ayrıca bu Pusula’nın yazarlarından biri olan Rui Gomes’in de sunumunu dinleme fırsatım oldu, ki onun yaptığı sunum benim en beğendiğim sunum oldu (Bu sunumla ilgili ayrıntılar bir sonraki yazımda).

Günün son oturumunda yine en iyi uygulamalar sunumlarına katılmayı tercih ettim. Son oturumda iki proje vardı, ilk sunum İsrailli The Parents Circle-Families Forum‘un projesi “Bilmek Başlangıçtır” ismini taşıyordu. İsrailli öğrencilerle Filistinli öğrencilerin katıldığı bu projede okullara gidilip gerçek yaşamdan görüntülerin oluşturduğu bir belgesel gösterilmesini ve bunun üzerinden çalışılmasını kapsıyordu. Sunumun sonuna yetiştiğim için detaylarını kaçırdım. Ancak merak edenler bu örgütün web sayfasından ayrıntılara ulaşabilirler. Bu oturumda sunulan son proje Katalunya’dan bir örnek çıkardı karşıma. Bir önceki yazımda da biraz bahsetmiştim Irenia(Türkçe tanıtımı için tıklayınız) adlı bir STK ilköğretim kurumlarında kullanılmak üzere Akdenizi çevreleyen çeşitli kültürleri tanıtan ve kültürlerarası öğrenmeyi destekleyen oyunlar geliştirerek öğrencilerin diğer kültürleri tanımalarını sağlıyordu. Yaklaşık 10 senedir süren bu “Barış Oyunları” projesi kapsamında üretilen masa oyunlarının bir kısmı Diputacio de Barcelona (ki bu Barcelona Metropolitan bölgesinde bulunan tüm belediyelerinin oluşturduğu Valilik ile Büyükşehir Belediyesi arasında kalan bir resmi kurum) tarafından satın alınarak her ilçede yer alan pedagojik kaynaklar merkezine birer tane veriliyor ki eğer bir okul bu oyunlardan yararlanmak isterse bu kaynak merkezine başvurarak kolayca ve hiç bir ücret ödemeden bu oyunlara erişebiliyor. Oyunla öğrenmenin gücüne inanan bir eğitimci/psikolog olduğum için bu projeyi çok başarılı bulduğumu söyleyerek bu yazımı bitiriyorum. Bir sonraki yazımda projelere kaldığım yerden devam edeceğim. Daha üçüncü gün oturumlarından hiç bahsetmedim. Bu yazımı bir video ile kapatıyorum. Bu video İsrailli bir grubun şarkısına ait. “Bilmek Başlangıçtır” projesinin kapsamına giren ve İsrail-Filistin arasında barış olması gerektiğini destekleyen bir video.


Projelerle dünyayı değiştiremesek bile kendimizi bir nebze de olsa değiştirebiliyorsak başarıya ve barışa bir adım daha yaklaşmış oluruz.

9 Mart 2010 Salı

Anna Lindh Vakfı Forum 2010: Gözlemler ve Yansıtmalar

Anna Lindh Vakfı’nı yaklaşık 1 ay önce tamamen bir tesadüf sonucu tanıdım.
Beğenerek dinlediğim Ömer Faruk Tekbilek’in forum kapsamında konser vereceğini facebook’ta duyunca hemen forum sayfasına baktım. Bir de gördüm ki forum tam benim konumla ilgili: Çok kültürlülük, eğitim, göç, kültürlerarası diyalog. Şansıma katılım başvurusu geçmemişti, bir şansımı deniyeyim dedim ve katılımcı olarak (hem de katılım ücreti ödemeksizin ki 30 euro-100 euro arasında katılım ücreti isteniyordu) kabul edildim.

Forum’un başlamasına bir gün kala AFS Türkiye’yi temsilen gelecek olan arkadaşımın son dakikada gelemeceğini öğrendim. AFS Türkiye’nin forumda görünebilmesi için onun sorumluluklarını da üstlendim, böylece katılımcılıktan bir anda temsilciliğe geçiş yapmış oldum. Forumun ilk günü Kültürlerarası fuar alanında AFS Türkiye için masa açtım. Bu masa başında dururken hem Türkiye’yi temsilen gelen diğer kuruluşların temsilcileriyle tanışma fırsatı buldum, hem de diğer ülkeleri temsilen orada bulunan ve AFS’ye merak duyan bir kaç kişiyle tanıştım. Bunlardan ilki kızı AFS öğrencisi olarak şu an Danimarka’da bulunan Katalan bir beydi ki kendisi projesini sunmak için foruma katılmıştı. Forumun ilerleyen günlerinde kendisinin sunumunu da dinledim ve çok beğendim. Irenia adlı bir kuruluşun koordinatörü olan Josep Miquel Katalunya’nın küçük bir kenti olan Molins de Rei’in tüm ilköğretim okullarında 10 senedir yürütülen BARIŞ OYUNLARI programını anlattı. İlk öğretim öğrencilerinin oyun oynayarak Akdeniz kültürünü nasıl tanıdıklarını ve böylece Akdeniz’in etrafındaki birbirine zıt olduğu kadar aslında ortak yönü olan Avrupa kültürü ile Arap kültürünü nasıl tanıdıklarını ve böylece barışçıl bir ortamı desteklediklerini anlattı. AFS Türkiye masasının bir diğer ziyaretçisi de Türkiye adına katılan Peace Child’ın İngiliz temsilcisiydi. Ben İspanya’yı temsil eden bir Türk iken, onun da Türkiye’yi temsil eden bir İngiliz olması bana çok kültürlülük böyle bir şey olsa gerek dedirtti. Kendisi 31 Temmuz-13 Ağustos arasında Türkiye’de yapılacak olan Dünya Gençlik Konferansı için hem 15-25 yaşları arasında Türk katılımcılara ulaşmak hem de konferansın içerik işbirlikçisi olabilecek gençlik dernekleri aradığını belirtti. Bu yazım aracılığıyla gençlere ve gençlik alanında çalışan bir çağrı yapmak istiyorum. Konusu “İMECE” olan bu konferansa katılıp ülkemizi temsil etmek isterseniz vakit kaybetmeden başvurunuzu yapın. 50si Türkiye’den olmak üzere yaklaşık 200 genç bu konferansta güzel ve barış dolu bir gelecek için çözüm üretmeye çalışacaklar. Tek şart iyi seviyede İngilizce bilmek.

Forumun ikinci gününde Barselona medeniyetler buluşmasına tanıklık etmeye devam etti. Bir tarafta Avrupa Kültürü, diğer tarafta Arap Kültürü. Türk temsilciler arasında konuşulan şey ise Anna Lindh Vakfı’nın ülke temsilciliğinin İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV)’nin yapıyor olmasının uygun olup olmadığıydı. İKSV adına gelen temsilciyle ben karşılaşmadım. Anna Lindh Vakfının yönetim kurulunda olan diğer Türk temsilci AFS TR masasına uğrayıp benimle tanışmıştı ancak maalesef Forum’a katıldığım 2,5 gün içinde İKSV temsilcisiyle karşılaşamadık. Anna Lindh Vakfı’nın gerek felsefesi, gerekse desteklediği projeleri göz önüne alıp olayı kendimce sorguladığımda İKSV’nin çok da uygun bir temsilci olmadığını düşündüm açıkcası. Tabiri caizse fazla “elitist” yaklaşımı olan bir Vakıf Türkiye’yi temsil ediyordu ve bunun nedenini bulamadım. Ayrıca Türkiye’den katılan diğer kuruluş temsilcilerinden de edindiğim bilgiye göre neredeyse hiç bir organizasyon Anna Lindh Vakfı hibelerinden yararlanmak için proje verirken ülke temsilcisi üzerinden gitmeyip, direk başvuru yapmış olmalarıydı. Yani demek oluyor ki İKSV aslında koordinasyon görevinde biraz etkisiz kalmış. Tam bir Türk işi olmuş aslında. Bir network olarak çalışması gereken kuruluşlar birbirlerinden habersiz bir şeyler yapmaya çalışıyorlar Türkiye adına Türkiye için. Halbuki sivil toplum alanında çalışanlar iyi bilir ki networking ve lobicilik başarıya ulaşan yolda atılması gereken en önemli iki adımdır.

Forum sırasında katıldığım çalışma grubu olan “Eğitim, Kültürlerarası Öğrenme ve Gençlik” konulu okullarda kültürlerarası öğrenme için kullanılabilecek yeni araçlar odaklı 1. Oturum kullanılan metodoloji açısından katılımcılar tarafından çok eleştirildi. Açılış konuşmaları kitaplardan alınan ve ruhsuzca aktarılan paragraflar gibiydi. Daha sonrasında diğer katılımcılara mikrofon verilince herkes kendince konuyla ilgili olsa da ya çok genel şeyler söylediler ya da kendi kuruluş ve projelerinin reklamlarını yaptılar. Böylece yaklaşık 2 saat süren oturumdan somut bir şeyler çıkmadı (içerik hakkındaki ayrıntıyı bir sonraki yazımda aktarmayı düşünüyorum). Neyseki bir sonraki gün yapılan yaşam boyu öğrenme sürecinde kültürlerarası öğrenme araçları odaklı çalışma grubundaki sunumlar hem çok doyurucuydu hem de katılımcılardan daha somut katkılar geldi. Hatta 2,5 günlük oturum boyunca en beğendiğim sunum bu oturum sırasında Avrupa Konseyi Macaristan temsilcisi tarafından yapıldı (sunum ve proje içeriklerini diğer yazıma saklıyorum).

Forum’un ikinci gününe damgasını Filistinli bir temsilcinin açılış oturumunda yaptığı konuşma ve Arap temsilcilerden aldığı, dakikalarca kesilmeksizin süren alkış vurmuştu. Ben maalesef o oturuma katılamadığım için kendi görüşümü bildiremeyeceğim. Ancak daha sonra Filistinli kuruluşların yaptığı sunumlara katılınca oradaki durumun ne kadar vahim olduğunu ve Anna Lindh’in Filistin’e neden bu kadar çok destek verdiğini kavrayabildim (nitekim Forum sırasında ne tarafa baksam bir Filistinli karşıma çıkıyordu). Forum sırasında tanıştığım Macar temsilci, açılış konuşması yapan Filistinli temsilcinin yaptığı projeden bahsetti, Filistinli gençlerin içlerindeki öfkeyi taş atıp şiddetle dışa vurmalarına alternatif olması için onları sanatla tanıştıran bir projeden. Daha sonra başka bir sunumda yine Filistinli konuşmacılardan biri şöyle dedi: “Filistinde çocuklar işgal altında doğuyor ve savaş içinde büyüyor. Onlar savaş yaşamayan yerler olduğunu duyunca şaşırıyorlar. Bu çocuklar için savaş, şiddet, ölüm günlük hayatın ta kendisi. Bizler projelerimizle onlara barışın da var olduğunu göstermeye çabalıyoruz.”

Perşembe gününden Pazar gününe kadar 40tan fazla ülkeden katılan 700 temsilci Akdeniz’deki barış için yapılan ve gelecekte yapılması öngörülen projelerini tanıttı. Benzer ilgi alanları olan kuruluş temsilcileri networking yapma fırsatı buldu. Forum başlı başına bir kültürlerarası öğrenme alanıydı. Ama yine de gözlemlediğim kadarıyla oturumlar dışında yine Araplar kendi aralarında Avrupalılar kendi aralarında, Türklerde biz bizeydik. Akdeniz gibi ortak bir payda olmasına rağmen Avrupa ve Arap dünyası arasındaki köprü inşaasının bitmesi için daha çok fazla çaba harcamak gerekiyor. Bu köprü inşaasında Türkiye’nin rolüne gelirsek, bence Türkiye önce kendi içindeki farklı kültürler arasındaki köprüleri sağlamlaştırmalı, toplumu oluşturan bireylerin hoşgörü düzeyi arttırılmalı ki sonra Arap ve Avrupa kültürü arasında kalan kendine özgü kültürel örüntüsüyle hem Avrupalılara hem de Araplara öncülük edebilsin. Bence Türkiye’de büyük bir potansiyel var arada kalmışlığın doğasından gelen. Ama biraz kendimizi toparlamamız, eski değerlerimize, hoşgörüye, ahenkli yaşama geri dönmemiz lazım. Türk-Kürt, Laik-Dinci, Türbanlı-Türbansız ayrımlarını aşmalı ve “biz” nasıl “HEPİMİZ” oluruz bunun yollarını aramalıyız.


Bu yazımı Ömer Faruk Tekbilek’in en sevdiğim eseri olan “I love You” ile kapatıyorum. Tüm okuyucularımın içlerinin sevgiyle dolması dileğiyle...