9 Mart 2010 Salı

Anna Lindh Vakfı Forum 2010: Gözlemler ve Yansıtmalar

Anna Lindh Vakfı’nı yaklaşık 1 ay önce tamamen bir tesadüf sonucu tanıdım.
Beğenerek dinlediğim Ömer Faruk Tekbilek’in forum kapsamında konser vereceğini facebook’ta duyunca hemen forum sayfasına baktım. Bir de gördüm ki forum tam benim konumla ilgili: Çok kültürlülük, eğitim, göç, kültürlerarası diyalog. Şansıma katılım başvurusu geçmemişti, bir şansımı deniyeyim dedim ve katılımcı olarak (hem de katılım ücreti ödemeksizin ki 30 euro-100 euro arasında katılım ücreti isteniyordu) kabul edildim.

Forum’un başlamasına bir gün kala AFS Türkiye’yi temsilen gelecek olan arkadaşımın son dakikada gelemeceğini öğrendim. AFS Türkiye’nin forumda görünebilmesi için onun sorumluluklarını da üstlendim, böylece katılımcılıktan bir anda temsilciliğe geçiş yapmış oldum. Forumun ilk günü Kültürlerarası fuar alanında AFS Türkiye için masa açtım. Bu masa başında dururken hem Türkiye’yi temsilen gelen diğer kuruluşların temsilcileriyle tanışma fırsatı buldum, hem de diğer ülkeleri temsilen orada bulunan ve AFS’ye merak duyan bir kaç kişiyle tanıştım. Bunlardan ilki kızı AFS öğrencisi olarak şu an Danimarka’da bulunan Katalan bir beydi ki kendisi projesini sunmak için foruma katılmıştı. Forumun ilerleyen günlerinde kendisinin sunumunu da dinledim ve çok beğendim. Irenia adlı bir kuruluşun koordinatörü olan Josep Miquel Katalunya’nın küçük bir kenti olan Molins de Rei’in tüm ilköğretim okullarında 10 senedir yürütülen BARIŞ OYUNLARI programını anlattı. İlk öğretim öğrencilerinin oyun oynayarak Akdeniz kültürünü nasıl tanıdıklarını ve böylece Akdeniz’in etrafındaki birbirine zıt olduğu kadar aslında ortak yönü olan Avrupa kültürü ile Arap kültürünü nasıl tanıdıklarını ve böylece barışçıl bir ortamı desteklediklerini anlattı. AFS Türkiye masasının bir diğer ziyaretçisi de Türkiye adına katılan Peace Child’ın İngiliz temsilcisiydi. Ben İspanya’yı temsil eden bir Türk iken, onun da Türkiye’yi temsil eden bir İngiliz olması bana çok kültürlülük böyle bir şey olsa gerek dedirtti. Kendisi 31 Temmuz-13 Ağustos arasında Türkiye’de yapılacak olan Dünya Gençlik Konferansı için hem 15-25 yaşları arasında Türk katılımcılara ulaşmak hem de konferansın içerik işbirlikçisi olabilecek gençlik dernekleri aradığını belirtti. Bu yazım aracılığıyla gençlere ve gençlik alanında çalışan bir çağrı yapmak istiyorum. Konusu “İMECE” olan bu konferansa katılıp ülkemizi temsil etmek isterseniz vakit kaybetmeden başvurunuzu yapın. 50si Türkiye’den olmak üzere yaklaşık 200 genç bu konferansta güzel ve barış dolu bir gelecek için çözüm üretmeye çalışacaklar. Tek şart iyi seviyede İngilizce bilmek.

Forumun ikinci gününde Barselona medeniyetler buluşmasına tanıklık etmeye devam etti. Bir tarafta Avrupa Kültürü, diğer tarafta Arap Kültürü. Türk temsilciler arasında konuşulan şey ise Anna Lindh Vakfı’nın ülke temsilciliğinin İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV)’nin yapıyor olmasının uygun olup olmadığıydı. İKSV adına gelen temsilciyle ben karşılaşmadım. Anna Lindh Vakfının yönetim kurulunda olan diğer Türk temsilci AFS TR masasına uğrayıp benimle tanışmıştı ancak maalesef Forum’a katıldığım 2,5 gün içinde İKSV temsilcisiyle karşılaşamadık. Anna Lindh Vakfı’nın gerek felsefesi, gerekse desteklediği projeleri göz önüne alıp olayı kendimce sorguladığımda İKSV’nin çok da uygun bir temsilci olmadığını düşündüm açıkcası. Tabiri caizse fazla “elitist” yaklaşımı olan bir Vakıf Türkiye’yi temsil ediyordu ve bunun nedenini bulamadım. Ayrıca Türkiye’den katılan diğer kuruluş temsilcilerinden de edindiğim bilgiye göre neredeyse hiç bir organizasyon Anna Lindh Vakfı hibelerinden yararlanmak için proje verirken ülke temsilcisi üzerinden gitmeyip, direk başvuru yapmış olmalarıydı. Yani demek oluyor ki İKSV aslında koordinasyon görevinde biraz etkisiz kalmış. Tam bir Türk işi olmuş aslında. Bir network olarak çalışması gereken kuruluşlar birbirlerinden habersiz bir şeyler yapmaya çalışıyorlar Türkiye adına Türkiye için. Halbuki sivil toplum alanında çalışanlar iyi bilir ki networking ve lobicilik başarıya ulaşan yolda atılması gereken en önemli iki adımdır.

Forum sırasında katıldığım çalışma grubu olan “Eğitim, Kültürlerarası Öğrenme ve Gençlik” konulu okullarda kültürlerarası öğrenme için kullanılabilecek yeni araçlar odaklı 1. Oturum kullanılan metodoloji açısından katılımcılar tarafından çok eleştirildi. Açılış konuşmaları kitaplardan alınan ve ruhsuzca aktarılan paragraflar gibiydi. Daha sonrasında diğer katılımcılara mikrofon verilince herkes kendince konuyla ilgili olsa da ya çok genel şeyler söylediler ya da kendi kuruluş ve projelerinin reklamlarını yaptılar. Böylece yaklaşık 2 saat süren oturumdan somut bir şeyler çıkmadı (içerik hakkındaki ayrıntıyı bir sonraki yazımda aktarmayı düşünüyorum). Neyseki bir sonraki gün yapılan yaşam boyu öğrenme sürecinde kültürlerarası öğrenme araçları odaklı çalışma grubundaki sunumlar hem çok doyurucuydu hem de katılımcılardan daha somut katkılar geldi. Hatta 2,5 günlük oturum boyunca en beğendiğim sunum bu oturum sırasında Avrupa Konseyi Macaristan temsilcisi tarafından yapıldı (sunum ve proje içeriklerini diğer yazıma saklıyorum).

Forum’un ikinci gününe damgasını Filistinli bir temsilcinin açılış oturumunda yaptığı konuşma ve Arap temsilcilerden aldığı, dakikalarca kesilmeksizin süren alkış vurmuştu. Ben maalesef o oturuma katılamadığım için kendi görüşümü bildiremeyeceğim. Ancak daha sonra Filistinli kuruluşların yaptığı sunumlara katılınca oradaki durumun ne kadar vahim olduğunu ve Anna Lindh’in Filistin’e neden bu kadar çok destek verdiğini kavrayabildim (nitekim Forum sırasında ne tarafa baksam bir Filistinli karşıma çıkıyordu). Forum sırasında tanıştığım Macar temsilci, açılış konuşması yapan Filistinli temsilcinin yaptığı projeden bahsetti, Filistinli gençlerin içlerindeki öfkeyi taş atıp şiddetle dışa vurmalarına alternatif olması için onları sanatla tanıştıran bir projeden. Daha sonra başka bir sunumda yine Filistinli konuşmacılardan biri şöyle dedi: “Filistinde çocuklar işgal altında doğuyor ve savaş içinde büyüyor. Onlar savaş yaşamayan yerler olduğunu duyunca şaşırıyorlar. Bu çocuklar için savaş, şiddet, ölüm günlük hayatın ta kendisi. Bizler projelerimizle onlara barışın da var olduğunu göstermeye çabalıyoruz.”

Perşembe gününden Pazar gününe kadar 40tan fazla ülkeden katılan 700 temsilci Akdeniz’deki barış için yapılan ve gelecekte yapılması öngörülen projelerini tanıttı. Benzer ilgi alanları olan kuruluş temsilcileri networking yapma fırsatı buldu. Forum başlı başına bir kültürlerarası öğrenme alanıydı. Ama yine de gözlemlediğim kadarıyla oturumlar dışında yine Araplar kendi aralarında Avrupalılar kendi aralarında, Türklerde biz bizeydik. Akdeniz gibi ortak bir payda olmasına rağmen Avrupa ve Arap dünyası arasındaki köprü inşaasının bitmesi için daha çok fazla çaba harcamak gerekiyor. Bu köprü inşaasında Türkiye’nin rolüne gelirsek, bence Türkiye önce kendi içindeki farklı kültürler arasındaki köprüleri sağlamlaştırmalı, toplumu oluşturan bireylerin hoşgörü düzeyi arttırılmalı ki sonra Arap ve Avrupa kültürü arasında kalan kendine özgü kültürel örüntüsüyle hem Avrupalılara hem de Araplara öncülük edebilsin. Bence Türkiye’de büyük bir potansiyel var arada kalmışlığın doğasından gelen. Ama biraz kendimizi toparlamamız, eski değerlerimize, hoşgörüye, ahenkli yaşama geri dönmemiz lazım. Türk-Kürt, Laik-Dinci, Türbanlı-Türbansız ayrımlarını aşmalı ve “biz” nasıl “HEPİMİZ” oluruz bunun yollarını aramalıyız.


Bu yazımı Ömer Faruk Tekbilek’in en sevdiğim eseri olan “I love You” ile kapatıyorum. Tüm okuyucularımın içlerinin sevgiyle dolması dileğiyle...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder