16 Nisan 2010 Cuma

Anna Lindh Vakfı Forum 2010: İçerik ve Projeler-2

Yaklaşık 1,5 ay olmuş forum biteli. Halen sıklıkla aklıma Filistin ve orada yapılan projelerle ilgili küçük ama etkili detaylar geliyor. Bunlara değinmeden önce kronolojik sırayı bozmadan forumun ikinci gününün sabah oturumundan başlamak istiyorum. Bir önceki günün sabah oturumu olan "Okullarda Kültürlerarası Öğrenme ve Kullanılabilecek Metodolojiler" çalışma grubunun devamı niteliğindeki bu oturumun başlığı "Yaşam Boyu Öğrenme Sürecinde Kültürel Çeşitlilik Alanında Kullanılan Yeni Araçlar" idi. Forum süresince dinlerken en keyif aldığım sunum Avrupa Konseyi Budapeşte Gençlik Merkezi temsilcisi Rui Gomez tarafından yapıldı. Aşağıda bu sunumda not aldığım noktaları kısa kısa maddelendirmeye çalışacağım:

- Kültürler arası diyalog ele alınan kapsam/ortam bağlamında gerçekleşir.

- Diyalog kavramını "kültürleştiririz."

- Kültürler arası diyalog EVde başlar ve sadece elit kesim hedef grup değildir. Herkesin, özellikle de çoğunlukta olan gençlerin, katkıları değerlendirilmelidir (bu da orta- orta-alt arası sosyal sınıfa mensup olan gençleri kapsar).

- İnsan hakları eğitimi demek "kabul edilebilir/hoş görülen aşağılama seviyesini düşürmek" demektir.

- Kültürler arası diyalogu güçleştiren sadece "ÖTEKİ"lerin kültürleri değildir. Kendi kültürümüze de göz atıp, ön yargılarımız ve değerlerimizle ilgili farkındalık geliştirmeliyiz.

Bunun için de kültürler arası diyalog kavramını eleştirel bir bakış açısı ile ele alabilme becerisi kazanmak gerekir. Bu noktada sadece "bilgi" edinmek yetersiz kalır. Kişisel deneyim kazanmak zorunlu bir koşuldur. Verilen eğitimlerde sadece "Bilişsel" öğrenme süreçleri hedeflenmez. Değişimi görmek isteriz. Dolayısıyla duygusal ve davranışsal süreçler de kültürler arası eğitimin hedefleri içindedir. Bu sunumun verdiği ya da vurguladığı en önemli mesaj ise şöyleydi: "Kültürler arası diyalog ÖTEKİLER ile ilgili değil BİZİM ile, HEPİMİZ ile ilgilidir."

Oturumdaki diğer sunum Avrupa Akran Eğitimi Örgütü tarafından yapıldı. Bu sunumun başlığı ise "Akran Faktörü: Karmaşık Kimliklerin Buluşma Noktası" idi. Bu sunumu yapan temsilci bir kavram olarak "ÇEŞİTLİLİK"in (Diversity) bireylerin kişisel yaşam yapılandırmaları tarafından doğrudan etkilendiği vurgulayarak gençleri geleceğin önemli aktörleri olarak görülmesinin, ve gelecek için onlara yatırım yapılmasının onların BUGÜNKÜ etkilerini küçümsemek, göz ardı etmek olarak değerlendirdi. Gençliğin bir banka gibi görülüp gelecekte onlardan "yüksek faizli" bir gelecek beklemek yerine onların potansiyellerinden bugünden yararlanmaya başlanılmasının gerekliliğini dile getirdi.

Bu oturumdan sonra çeşitli projelerin sunumlarına gittim. Dikkatimi çeken projelerden bir tanesi Türkiye'deki bir özel okulun da katılımcı olarak yer aldığı, Avusturya'daki bir STK'nın koordine ettiği "Euro-Med School Forum":

Bu projede 8 ülkeyi temsil eden ilköğretim okullarında gerçekleşen kültürler arası diyalogu ve diyalogu destekleyen değerleri kazandırmak için yapılan çeşitli etkinliklerden bahsedildi. Örnek olarak da çocuklar tarafından hazırlanan çok kültürlü bir takvim örnek olarak sunuldu. Diğer bir sunum ise AFS Mısır'a ait olan "Barış Karavanı"idi. Bu projede amaç çoğunluğu Müslüman olmayan ülkelerden Mısır'a gelen lise değişim öğrencileriyle Mısır'ın çeşitli şehirlerindeki yerel halkla tanışıp yerel bir sivil toplum projesinde kısa süreli olsa da aktif olarak yer almak böylece hem Mısırlıların yabancı öğrenciler konseptiyle tanışmalarını sağlamak hem de yabancı öğrencilerin Mısır kültürünü daha iyi anlamalarına imkan vermek olarak belirtildi. AFS Mısır'ın projesini çağrıştıran isimdeki dikkat çekici bir diğer proje ise Türkiye'den geliyordu: Gençlik Karavanı.

Bu projeden kısaca bahsedip geçiştirmek yerine projenin web sayfasını ziyaret etmenizi tavsiye ediyorum. Özellikle gençleri Avrupa Gençlik Programları ile tanıştıran ve onların aktif katılımcılar olarak yer almasına fırsat veren olanaklar sunması açısından çok güzel bir örnek teşkil ediyor bu proje. Üniversite öğrencisiyseniz ve henüz bu projeyi duymadıysanız vakit kaybetmeden ilgili siteye bir göz atın. Kim bilir belki Avrupa'nın kapıları size bu site aracılığıyla açılır.

Anna Lindh 2010 Forum'unda katıldığım son oturum "Bir Araç Olarak Çocuk Edebiyatı" başlığını taşıyordu. Bu oturumda çocuk kitapları, bu kitaplardaki karakterlerin kültürler arası diyalogu desteklemek için nasıl kullanılabileceği ve kütüphaneleri de kapsayan çeşitli örnekler aktarıldı.

Bu oturumdaki iki sunumu çok beğendim. İlk sunum “PINOKIO” (Pupils for innovation as a key to intercultural and social inclusion) adlı projeyi tanıtıyordu. Bu projenin katılımcıları İtalya, Portekiz ve İsviçre’den çeşitli anaokulları ve ilkokulları ile özellikle öğretmenlere projenin uygulanması ile ilgili eğitim vermekle, verilen eğitimlerin koordinasyonuyla yükümlü olan yine katılımcı 3 ülkeden 3 üniversite ile çeşitli vakıf ve derneklerinden oluşuyordu. Projenin amacı, katılımcı okulların kültürel gerçeklerine uygun hikayeler seçerek (ki hikayelerdeki karakterlerin sosyal dışlanma ile bağlantılı olmaları ya da bu hikayelerin Avrupa Birliği Eğitim Sisteminin belirlediği 8 anahtar yetkinlikten proje için seçilen 5inden birini veya bir kaçını yansıtabilecek olmaları gerekir. Bu seçim aşaması bu proje için geliştirilmiş bir ölçek aracılığıyla öğretmene sunulan mevcut hikâyeler içinde öğretmen tarafından yapılır.) Bu proje için seçilen beş anahtar yetkinlik ise şunlar: (Anahtar Yetkinlik-AY, Sayılar ise 8 AY içersinde kaçıncı olduklarını ifade eder)

AY 1- Ana dilde iletişim

AY 5- Öğrenmeyi öğrenme

AY 6- Sosyal ve sivil beceriler

AY 7- İnisiyatif kullanma ve girişimcilik hissi

AY 8- Kültürel farkındalık ve ifade.

Öğretmenler sınıflarına uygun hikâye karakterlerini seçtikten sonra bu karakterleri sınıflarına tanıtırlar. Daha sonra velilerin ve öğrencilerin katılımlarıyla yaratıcı laboratuar uygulamalarında bu karakterleri kullanarak ve kültürel çeşitlilik temasını da kullanarak çeşitli ürünler çıkaracaklardır. Sunum yapıldığı esnada projenin henüz hikaye karakteri seçim aşaması bitmişti ki seçilen hikayeler içersinde Nasrettin Hoca’yı görmek beni sevindiren bir noktaydı. Projenin web sayfasını ziyaret edip dönemlik bültenlerine ulaşarak projede kaydedilen aşamaları takip edebilirsiniz.

Bahsetmek istediğim son proje ise Filistin’den gelen ve çocukların yazma becerilerini teşvik eden, yaşadıkları acıları ürettikleri kitaplar aracılığıyla bir nebze de olsa unutmaları hedeflenmiş. Tamer Enstitüsü tarafından yürütülen bu projede her sene bir konu belirlenip kitap haftasında seçilen konu üzerine çocuklar tarafından yazılan kitaplar yarışıyor ve dereceye giren kitaplar basılıyormuş, basılan kitaplar da İlk Kitabım serisinin bir parçası haline geliyormuş.Geçen senenin konusu “1000 öyküde Kudüs” imiş.

Bu sunumu dinlerken beni en çok etkileyen iki söz söyledi Tamer temsilcisi: “Biz projelerimizi uygularken başka ülkelerden uzman ithal etmiyoruz. Tamamen yerel kaynakları kullanarak hedeflerimize ulaşmaya çalışıyoruz. Yerel uzmanlar Filistin koşullarını ithal edilebilecek uzmanlara göre daha iyi biliyorlar.” “İşgal altındaki ülkemizde çocuklar 1 km ötedeki memleketlerine gidemiyorlar. 1000 öyküde Kudüs temasını seçerken 1001 gece masallarından ilham aldık. Nasıl Şehrazat kendini kurtarmak için 1001 gece masal anlatıyorsa, Filistinli çocuklar da 1000 öyküde Kudüs’ü kendilerince işgalden kurtarıyorlar.”

Bu sunumdan sonra forumda Filistinle ilgili yapılan diğer sunumlar ve diğer katılımcılardan dinlediğim kişisel izlenimleri aklımdan geçti. Filistinli çocuklara yönelik uygulanmış bir yaz kampı projesinde sunum yapan kişinin “bu çocuklar barış içinde yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyorlar. İşgal altında doğmuşlar, işgal altında, kamplarda büyüyorlar. Biz bu proje ile çocukları günlük kamp yaşamının savaş stresinden uzaklaştırmak ve çocukluklarını yaşayabilecekleri, eğlenebilecekleri, üretebilecekleri bir ortam yaratmak istedik, geçici bir süreyle de olsa.”

Sunumuna gidemediğim ancak Macar bir arkadaşımın övgüyle bahsettiği diğer bir Filistin projesi olan “Mobile Güzel Direniş”te oyun, drama, müzik ve sanat etkinlikleri aracılığıyla çocukların içsel barışa ulaşmalarını sağlayıp onların çocukluklarını yaşamalarına fırsat tanımak gibi amaçları olan bu projeyle ilgili bilgiye projenin web sitesinden ulaşabilir youtube’dan kısa bir tanıtım videosu izleyebilirsiniz.

Yaklaşık 1,5 ay önce katıldığım forumla ilgili son yazımı burada bitirirken, İstanbul Film Festivali’nde bu hafta izlediğim, Filistinli bir ailenin Amerika Birleşik Devletlerine göçme hikayesini anlatan “Amrika” isimli filminin fragman linkini sizinle paylaşmak istiyorum. Filmde ara sıra benim de kendi içimde yaşadığım “kalsam bir zor, gitsem daha da zor” ikilemini işgalden kaçış, umutlarla Amerika’ya yerleşme ve daha sonrasında yaşanan güçlükler, göçmen bir ergen getirdiği zorluklar, Arap olmanın otomatikman Müslüman olmak gibi düşünülmesi ve 9/11 sonrası Amerikalıların Arap ve Müslüman göçmenlere yaklaşım tarzları hakkında ipuçları veriyor bu film.

8 Nisan 2010 Perşembe

Yazılacaklar Listesi: Kısa Notlar ve Beyin Fırtınası


Araya paskalya tatili girince ait olduğum şehre uzun zamandır hiç olmadığım kadar hasta ulaştıktan sonra üzerine daha henüz toparlanmadan bir de zorunlu turist rehberliği girince günler nasıl geçmiş anlamadım. Bu süre zarfında aslında blog hep aklımda. Her seferinde şunu yazsam ne güzel olur dediğim birkaç nokta var. Bunları ileride daha uzun yazılarda incelemek ve sorgulamak istiyorum ancak şimdilik özet noktalar olarak buraya yazayım ki daha sonra unutmayayım:

1-Müze gezilerim sırasında birçok okul grubunun (gerek ilköğretim gerekse lise düzeyinde, gerek devlet gerekse özel okullardan) öğretici potansiyeli çok yüksek olan bu mekânları tabiri caizse amaçsızca dolaştıklarını gördüm, içim acıdı. Sadece birkaç öğretmenin “dikkatli dinleyin bak soru soracağım sonra” dediğini duymuş olsam da yurt dışında yaptığım müze ziyaretlerindeki okul gruplarının eğitim amaçlı gezileriyle karşılaştırılamayacak derecede eğlence amaçlı gezilere dönüşmüştü bu öğrencilerin ziyaretleri. Diğer bir dikkat çekici nokta da, özellikle Miniatürk’te öğrencilerin başında görevli olan birçok Türbanlı öğretmene rastlamamdı (acaba veli midirler diye düşünmedim değil, ama daha sonra birkaç öğrencinin hocam diye hitap ettiklerini duydum). Okullarda Türban takmaları yasak olan bu öğretmenlerin, yine resmi olarak görevlendirildikleri okul gezilerinden bu yasağın ortadan kalkıp kalmadığını merak ettim.
2- Son birkaç gündür sıklıkla kitapçılarda mola veriyorum. Psikoloji ve Eğitim ile ilgili kitapların raflarına üzülerek bakıyorum. Kitaplarda hep aynı eski kitaplar, ilgili çekici yeni yayın bu alanlarda yok denilecek kadar az. Öğrenme psikolojisi kitaplarını incelerken bu kitapları yazan hocaların bilgi birikimlerinden şüphe etmeye başladım. Öncelikle neredeyse her kitap, ezberlenmişçesine aynı gelişim kuramlarıyla başlıyor. Her ne kadar içeriklerini dikkatle incelemiş olsam da neredeyse adım gibi eminim ki bu kitapların eleştirel bir bakış açısı ile değil, ezberci bilgilerle doldurulduğuna eminim. Gelelim bu kitapların en vahim noktasına. Neredeyse hiç birinde ne sosyal yapılandırmacılıktan ne de Vygotsky’den bahsedilmemesi. Kitapların çoğu Piaget’de bitiyor. Bu da açıkça bir kanıttır ki kitap yazmaya girişen akademisyen eğitimcilerimiz gündemi pek iyi takip etmiyorlar.
3- 3 saat adlı belgesel filmin DVDsi çıkmış. Hemen aldım. İlk 47 dakikasını ağzım açık izledim. Meğer Türkiye’deki eğitimciler, insan eğitimciliğinden çıkıp yarış atı eğitimcilerine dönüşmüşler. ÖSS sürecini ruh sağlığımı kaybetmeden ve insanlıktan çıkmamış öğretmenlerle karşılaşmadan bitirdiğim için kendimi çok şanslı hissettim. Belgeselin tamamını dikkatle izleyip içerikle ilgili bir yazı yazarak konuyu biraz daha irdelemek istiyorum.
4- Açık öğretim sınavlarının yapıldığı hafta sonu yolum Beyazıt’a düştü. Herkes elinde açık öğretim test kitaplarıyla buldukları köşeye oturmuş son dakika golüyle dersten geçmeyi umut ediyor bir görünüm sergiliyordu. Acaba bu son dakikada sınava çalışmak Türk kültürüne özgü bir şey mi yoksa başka hangi özellikler/faktörler bu duruma yol açıyor diye düşündüm kendi kendime.
5- Nisan ayı içinde Mersin’de yapılacak olan 16. Ulusal Psikoloji Kongresi’nin programına bakınca gördüm ki son 8 senede Türkiye Psikoloji Akademi Dünyası’nda çok büyük gelişmeler yaşanmamış. Aynı hocalar, tekellerine aldıkları aynı konularda çalışma grupları yapmaya devam ediyorlar, sunumlarda geçen isimler-yurt dışından gelen katılımcılar dışında-hep aynı. Belki sadece başlıklar eski kongrelerdeki sunumları çağrıştırıyorlardır ve içerik farklıdır. Kongre’ye katılamayacağım için bunu bilemeyeceğim ama programı görünce bende böyle bir etki yarattı.
6- Halen yazmam gereken 1 Anna Lindh Vakfı 2010 Forum’u ile ilgili yazı ve Bir Doktora Öğrencisinin İtirafları Yazı dizimin ikinci yazısı var.
7- 21-25 Nisan Arası Antalya’da “World Conference on Psychology, Counselling and Guidance” da sunum yapacağım. Bu konferansla ilgili de gözlemlerimi illa ki aktarmalıyım.
8- 9 günlük yoğun Turistle turist olma turlarımda fark ettim ki Barselona’nın tarihini İstanbul’un tarihinden daha iyi biliyorum. Bu kafamda şu soruyu “Türkler neden her şeyi karmaşıklaştırarak yaşamak eğilimindeler?” Belki bu sorunun cevabını bulurum diye, biraz da aşık olduğum şehirle ilgili bir şeyler öğrenirim diye bugünlerde kendimi İstanbul ile ilgili kitaplar alırken buluyorum. Bu arada İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması şehir için ne gibi katkılar sağlamış henüz idrak edemedim. Ansiklopedi boyutlarındaki programı edindim, gönüllüler için özel bir program var. İstanbul’da yaşıyor olsaydım ucundan kenarından bu programa katılmak isterdim diye geçirdim içimden.
9- İstanbul Film Festivali maceram da başladı. Her film öncesi reklâmların bitiminde protesto alkışları kopuyor. Tamam, film başlamadan önce yaklaşık 15 dakika reklâm izlemek can sıkıcı. Ama ara verilmediği için normal sinema sürecinden fazla bir süre gitmiyor aslında bir seansta. Ayrıca hafta içi gündüz seanslarının 3,5 tl olması da bence bu reklâm süresini haklı çıkarabilir. Bu festival aynı şartlarda İspanya’da olsaydı eminim kimse protesto için alkışlamazdı. Türk milletinin sabırsızlığının nedeni acaba hayatın değersiz bu nedenle de yaşama süresinin (yani zamanın) çok değerli olması mıdır diye yine geçirdim aklımdan.

Birkaç gün içinde motivasyonumu geri kazanıp son sürat derslerime geri dönsem iyi olacak. Vakit buldukça da bu noktaların hepsine olmasa bile bir kaçına ayrıntılı olarak değinmek istiyorum. Ayrıntıları tartışmaya açmadan önce yukarıdaki konularla ilgili düşünce ve fikirleriniz varsa lütfen paylaşmaktan çekinmeyin…