26 Aralık 2010 Pazar

Ey Aşk Nerdesin?

2010 yılının son haftasına girerken, 2010’da geçirdiğim 51 haftaya baktığımda gözlerimin buğulandığını hissediyorum. İyisiyle, kötüsüyle geride kalan bu 51 haftanın bende yarattığı ilk etki “zaman ne kadar çabuk geçmiş” oluyor. 2010 yılı bende çok sıra dışı değişikliklere yol açmadı. 2010 yılının ilk haftalarında sevdiğim insanlara ve aşık olduğum şehre veda ederken yaşadığım hüzün sanırım 2011 yılının ilk haftasında da kendini gösterecek. Bu sefer bir farkla… Geçen sene İstanbul’a mı dönsem, Barselona’da mı kalsam çelişkisi yaşarken ve çevremdeki herkesi bu kararsızlığıma ortak ederken artık kararlıyım: İstanbul’a döneceğim. Şimdi tek sorun ne zaman döneceğim. Umarım 2011 araştırma projem için hayırlı bir yıl olur, her şey tıkır tıkır işler de ben de Ekim ayında artık İstanbul’umda, bana ait olan bir hayatta, gerçek hayatımda yaşamaya devam ederim.Tümünü Yasla

İstanbul demek, aşk demek benim için. Sokaklara, kalabalığa, çelişkilere, farklılıklara, tanımadığım insanlarla “ne olacak bu memleketin hali” muhabbetlerine, kaosa, çocukluğuma, hayatımdaki insanlara, aileme, Asmalımescit’e, kitapçılara, tek başına bir şey yapmanın lüks olmasına, dedikoduya, anadilime, kitapçılarda saatler geçirmeye, karikatürist ve mizah yazarlarının kelime oyunlarına duyduğum bir aşk. İstanbul demek geçmiş ve gelecek demek. Maalesef bugünümdeki Barselona geçmişim ve geleceğimin İstanbul’u arasında çok sönük kalıyor. İşte bu sönüklüğü biraz olsa çekilebilir kılmak, aradığım aşkı dış dünya yerinde içimde bulmak için, 2010 yılında okumak için seçtiğim kitapların 4 ana temada toplandıklarını söyleyebilirim: Sufizm, Aşk, İstanbul ve Elif Şafak. Sufizm ile ilgili yazımı henüz okumadıysanız, şuradan ona ulaşabilirsiniz. İstanbul ve Elif Şafak’ın kitapları belki gelecekte başka yazılarıma konu olurlar. Bu seferki yazım Aşk üzerine

Aşk… 3 harfin birleşiminden meydana gelmiş bu kelimenin kavramlaştırılması herkesin yaşantısına göre farklılaşır. Dünya üzerinde kaç milyar insan yaşıyorsa o kadar milyar tanım yapılır bu kelime için. Bazıları der ki, ben aşkı tanımlayamam, anlatamam, sadece yaşarım ve hissederim. Bazıları da aşkı dış dünyada yaşayamaz, ancak kelimeler arasında yaşarlar ve yaşatırlar. Çok satan kitapların, çok izlenen filmlerin, çok dinlenen şarkıların, en sansasyonel ünlülerin, en çok para kazanan terapistlerin, bunların hepsinin en temelinde aşkın olması rastlantısal değildir. Aşk aslında her insanın hayatında vardır ancak bazen öyle saklanır ki bir yerlere, inancımızı kaybetmeye başlarız, umudumuzu keseriz, hayat artık çok yavan bir tat vermeye başlar. Benim de böyle anlarım olur, bazen katlanabileceğimden daha sık… İşte o anlarda kelimeler arasında aşkı aramaya başlarım.

Birkaç sene evvel Otto Kernberg’in ki kendisi günümüzün ünlü psikoanalistlerindendir, Aşk İlişkileri adlı kitabını okumaya başlayıp ağır psikodinamik kuram terimleri ve dili yüzünden elimden bırakmıştım bu kitabı. Yaklaşık iki sene önce de Uzman Psikolog Tarık Solmuş’un Bağlanma ve Aşkın İki Yüzü adlı kitabı okuyup hakkında bir yazı yazmıştım ve bunu facebook üzerinden arkadaşlarımla paylaşmıştım. Bu sene, konuyla ilgili okuyup çok beğendiğim ve bu yazıyı yazmam için beni tetikleyen kitap ise Erich Fromm’un “Sevme Sanatı” adlı kitap. Kitabın İngilizce versiyonunu okuduğum için burada yapacağım alıntılar İngilizce olacak. Ancak kitabın Türkçesi’ni kitapçılarda bulmak çok kolay. Bu kitap hakkında yazacaklarım hoşunuza giderse zaman kaybetmeden kitabı edinmenizi tavsiye ederim.

Erich Fromm üniversite 3. sınıfta aldığım kişilik kuramları dersinden aklımda kalan psikoanalitik kuramcılardan biriydi. Sevme Sanatı adlı kitabını rafta gördüğümde kapağında yazan “International Bestseller”, “Classics of Personal Development” kitabın satışını arttırmaya yönelik sloganlar biraz şaşırttı beni. Ciddi bir kuramcı nasıl bir “bestseller” yazmış acaba diye merak edip kitabı aldım hemen. Kitabın önsözünün ilk cümlesinde zaten tipik bir kişisel gelişim kitabı zannedip bu kitabı alanların hayal kırıklığına uğrayacağını şuradan anlayabiliyoruz: “The reading of this book would be a disappointing experience for anyone who expects easy instruction in the art of loving.”

Kitap “Aşk bir sanat mıdır?” sorusuna cevap arayarak başlıyor. Bu bölümde insanların aşk probleminin “sevmek” yerine “sevilmek” temelinden kaynaklandığını düşündüklerini, bu yüzden de insanların kendilerini “birini”, “herkesi” ve “her şeyi” sevmeye kurmak yerine, “biri tarafından” veya “herkes” tarafından beğenilmek için davranış sergilediğini vurguluyor. Bir sanatı öğrenirken bunun teorik ve pratik yanlarında uzmanlaşma gerektiği ve sevme sanatının da bilgi ve çaba sarf edilmeden öğrenilemeyeceği öne sürülüyor.

İkinci bölüm, “Aşk’ın Kuramı”nda aşk-veya- sevgi, ayrılık kaygısına ve yeniden birleşme arayışı temelinde açıklanıyor. Bu bölümde simbiyotik ilişkinin türleri olan mazoşist ve sadist insanların özellikleri de ilgi çekici bir şekilde ele aldıktan sonra “Olgun Aşk” elde edilmesi istendik olan “ideal aşk” olarak ortaya koyulurken şöyle bir tanım yapılıyor: “mature love is union under the condition of preserving one’s integrity, one’s individuality.” “ The active character of love can be described by stating that love is primarily giving, not receiving” alıntısından da aşkın aslında pasif değil, aktif bir duygu olduğunu anlayabiliyoruz. Yani vermesini bilmeyen, sadece alma odaklı bir ilişki yaşayan bir insanın “Aşk” ve/veya “Sevgi” ilişkisi yaşadığından söz edemeyiz. Tam bu noktada, diğer beğendiğim bir söz de “Çok şeye sahip olan değil, çokça verici olan kişi zengindir”. Bizim kültürümüzdeki, “benim gönlüm zengin” sözünü kullanan kişilerin aslında gerçekten zengin olmaları gibi düşünebiliriz bunu. Bir insanı sevmek için ona saygı duymanın gerekli olduğu, saygı duymak için de onun hakkında bilgi sahibi olmanın ön koşul olduğu öne sürüyor Erich Fromm. Bilginin rehberlik etmediği sorumluluk ve ilgi/alaka’nın (Eng. care) kör olduğunu söylüyor. Şu alıntıdan da saygının bir ilişki için ne kadar önemli olduğunu görebiliyoruz: “I want the loved person to grow and unfold for his own sakes, and in his own ways, and not fort he purpose of serving me. If I love the other person, I feel one with him or her, but with him as he is, not as I need him to be as an object for my use.” Bu alıntıdan sonra aklıma şu söz geliyor: “Seni seviyorum çünkü sana ihtiyacım yok. Seni seviyorum çünkü bana ihtiyacın yok.”

Aşık olmak, sevmek için bir insan hakkında bilgi sahibi olmak gerek demiştik. Sadece karşımızdaki kişiyi tanımak sağlıklı bir ilişki için yeterli olmuyor. İnsanın kendisini de objektif olarak tanıması gerekiyor (ki psikoanalitik kuramcılara göre aslında bu çok çaba gerektiren bir şey. Erich Fromm kitabının çeşitli bölümlerinde aşk ilişkisinin Klasik Freud kuramında nasıl ele alındığı ile ilgili atıflarda bulunurken kendi kuramsallaştırmasıyla da dikkat çekici, üzerinde düşünülmesi gereken karşılaştırmalar yapıyor.): “I have to know the person and myself objectively, in order to be able to see his reality, or rather, to overcome the illusions, the irrationally distorted picture I have of him.”

Aşkın Fromm’a göre kuramsal formülleştirilmesi kaba taslak: Aşk = İlgi+Sorumluluk+Saygı+Bilgi (ve bunlarım bütün hepsi birbirleriyle bağlantılı).

İkinci bölümün ikinci alt başlığında, “Ebevenynler ve Çocuk Arasındaki Sevgi” ele alınıyor. Anne ve babaların çocuklarının hayatlarında nasıl figürleri temsil ettiklerinden bahsediliyor ve çocukken anne ve baba ile kurulan ilişki örüntüsünün yetişkinlikteki aşk ilişkisine nasıl etki edebileceği açıklanıyor. Bu bölümü okumadan önce de fazlaca “anneci” olan erkeklerden uzak durma refleksi geliştirmiştim ancak bu bölümü okuduktan sonra gerekli kuramsal bilgiyle bu refleksimde ne kadar haklı olduğumu en azından kendime açıklayabiliyorum: “One cause for neurotic development can lie in the fact that a boy has a loving, but overindulgent or domineering mother, and a weak and uninterested father. In this case he may remain fixed at an early mother attachment, and develop into a person who is dependent on mother, feels helpless, has the striving characteristic of the receptive person, that is, to receive, to be protected, to be taken care of, and who has a lack of fatherly qualities- discipline, independence, and an ability to master life by himself.” Bu alıntıyı hazmettikten sonra birkaç satır yukarıya dönersek, göreceğiz ki, aşk, almak değil vermektir…Çocukluktan olgunluğa aşkın takip ettiği süreç ise şu satırlardan anlaşılabilir: “ Infantile love follows the principle: ‘I love because I am loved.’ Mature love follows the principle: ‘I am loved because I love.’ Immature love says: ‘I love you because I need you.’ Mature love says: ‘I need you because I love you.’

Erich Fromm 3. Bölümü aşkın birbirleriyle bağlantılandırılmış ekonomik, sosyolojik ve psikolojik analizinin bir özeti gibi. “Love and Its Disintegration in Contemporary Western Society” başlığı altında kapitalist düzenin insanları ne kadar yalnızlaştırdığından ve üretken olabilmek için diğer insanlarla girilen rekabetin sevgiyi nasıl etkilediğinden bahsediyor. Ayrıca günümüzde yaşanılan nörotik aşkların kaynaklarından ve bu tip aşkların örüntülerini de bu kısımda ele alıyor. Bir önceki bölümde bahsedilen “Anneci Erkekler”in yetişkinlikle kadınlarla nasıl ilişki kurdukları şöyle açıklanıyor: “ … These men still feel like children; they waht mother’s protection, love, warmth, care and admiration; they want mother’s unconditional love, a love which is given for no other reason than that they need it, that they are mother’s child, that they are helpless. Such men frequently are quite affectionate and charming if they try to induce a women to love them, and even after they have succeeded in this. But their relationship to the woman (as, in fact, to all other people) remains superficial and irresponsible.. Their aim is to be loved, not to love.”

Sevmek bir sanatsa hem kuramsal hem pratik alt yapı gerektirir demiştik başlarken. Erich Fromm kitabı bitirirken son bölümde “The Practice of Love” da “sevme”nin hayat kazanabilmesi için neler gerektiğini özetlemiş: Konsantrasyon, narsistik bakış açısından sıyrılabilme ve inanç benim açımdan “birini”, “bir şeyi”, “insanın kendisini” sevebilmesi için gerekli en önemli üç şey. Özellikle de inanmak ve inanç: “Only the person who has faith in himself is able to be faithful to others.” “To have faith requires courage, the ability to take a riskü the readiness even to accept pain and disappointment.”

While one is consciously afraid of not being loved, the real, though usually unconscious fear is that of loving. To love means to commit oneself without guarantee, to give oneself completely in the hope that our love will produce love in the loved person. Love is an act of faith and whoever is of little faith is also of little love”…

2010 yılına girerken yılbaşı partisinde bana “Kariyer” ve “Başarı” kurabiyesi hediye eden arkadaşım, dün gece doğum günü gecemde “Her şey Aşk’tan” kolyesi hediye etti… Bu bir işaret olmalı…

Ey aşk Nerdesin? Diye başladım bu yazıya, Ey aşk çok yakınımdasın, seni bulmam an meselesi diyerek bitiriyorum…

Herkese Sevgi ve Aşk Dolu bir 2011 geçirmelerini dilerim…

19 Aralık 2010 Pazar

Aşağı Satıcılar İlköğretim Okulu'na Yılbaşı Hediyesi Yağmuru

Bu yardım çağrısının dikkate alınması dileğiyle...

Herkesin ekonomik krizden şikayet ettiği günümüzde, birilerine yardım etmek pek aklımızdan geçmez. Bazen de yardım etmek isteriz ama kimin neye ihtiyaç duyduğunu bilmediğimiz için harekete geçemeyiz. İşte tam da bu noktada olanlar için büyük bir fırsat...

Yüksek Lisanstan bir sınıf arkadaşım idealistlik örneği gösterip Ağrı'nın bir köyüne ilkokul öğretmenliği yapmaya gitti. Eğitime gönülden destek veren insanlar olarak yokluk içinde çocuklara hizmet veren bu okulun ve öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için sağ duyulu herkesi bu etkinliğe davet ediyorum.

Sizlerden beklentimiz aşağıdaki ihtiyaç listesine bir göz atıp, az-çok demeden, bu listeden bir şeyler seçip kargo veya posta yoluyla okula ulaştırmanız.
Listeden tekrarlar olmaması içinde bu etkinliğin duvarına ne göndermek istediğini yazmanızı rica ediyoruz. Kimliğinizin açıklanmasını istemiyorsanız da benimle veya okulun müdür yetkili öğretmeni olan arkadaşım Gökçe Özyılmaz ile iletişime geçebilirsiniz.

Lütfen bu etkinliği duyarlı tanıdıklarınızla paylaşın...

http://www.facebook.com/#!/event.php?eid=149322525118452

Yeni yıla girerken çocukları sevindirme fırsatını kaçırmamanız dileğiyle...


Sayın Yetkili,

Okulumuzun ihtiyaç listesi aşağıda yer almaktadır.

Aşağıda sayılan ihtiyaçların yanı sıra, okulumuzun durumu ciddi onarım çalışmaları gerektirmektedir. Sınıf kapıları kapanmamaktadır. Sınıf pencereleri ise yarı yarıya kırıktır. Bu durum soğuğun içeri girmesine yol açmaktadır. Zemindeki tahtalar oldukça eski olup, altlarında fareler yaşamaktadır. Okulumuzun etrafında istimdat duvarı ve dikenli tel de yoktur. Başıboş hayvanlar okul bahçesine girmektedir.
İlginiz ve duyarlılığınız için şimdiden teşekkür eder, iyi çalışmalar dilerim.

Saygılar

Müdür Yetkili Öğretmen

Uzm. Gökçe Özyılmaz
gokceozyilmaz@gmail.com



AŞAĞI SATICILAR İLKÖĞRETİM OKULU İHTİYAÇ LİSTESİ

Ecza dolabı (İlk yardım malzemeleri ile) 3
Sınıf panosu 20
Yazı tahtası 3
Fotokopi makinesi kartuşu 3
Ayaklı ısıtıcı (UFO) 2
İç cephe boyası (2 renk) 3 sınıf ve koridor boyanacaktır
Bilgisayar ve bilgisayar masası (Hoparlörlü) 5
Kırtasiye malzemeleri
(Okul çantası, kareli-çizgili defterler, kalem, kalemtıraş, cetvel, silgi, A4 ve A3 kağıdı, resim defteri, müzik defteri, dosya, tebeşir (beyaz ve renkli), boya kalemleri, pastel boya, sulu boya, makas, karton, el işi kağıdı, oyun hamuru vb.) Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır.

Projeksiyon ve asma aparatı 3
Giyim malzemeleri (Mont, ayakkabı, bot, eldiven, atkı, bere vb.)

Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır.

Askı (Montları asmak için) ≈25 askılı, 3 adet

Tatil kitapları (1-5. sınıf düzeyinde) Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır.

Okuma kitabı (1-5. sınıf düzeyinde)

Adetin fazla olması öğrencilerin erişeceği kitap sayısını da arttıracaktır.

Temizlik araç-gereçleri ve malzemeleri (Paspas, bez, çamaşır suyu vb.) Eğitim öğretim süresince kullanmaya yetecek miktarda

Soba 3

Kitaplık (Okuma kitapları ve sınıf kitaplarını koymak için) 3

Diş fırçası ve diş macunu

Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır. 18

Eğitim materyalleri

* Maket insan vücudu 1
* Dünya küresi 1
* Sayma fasulyesi ve çubuğu 25
* Birim küp 50
* Deney malzemeleri (beherglas, ispirto ocağı, mikroskop vb.) 1
* Türkiye haritası (fiziki ve siyasi) 3
* Dünya haritası 1


Nalburiye malzemeleri 1
(Matkap, çivi vb.)


Sınıf temizlik malzemeleri (Peçete, Kolonya, Islak mendil vb.)
Eğitim öğretim süresince kullanmaya yetecek miktarda

Ampul (Beyaz) 10

Flüt 67

Beden Eğitimi ders için

*Voleybol filesi 1
* Voleybol topu 5
* Futbol kalesi filesi 2
* Futbol topu 5
* Lastik top 5






8 Aralık 2010 Çarşamba

Farklıyım, Farklısın, Farklıyız…

Son iki aydır hayatım birkaç parçaya bölünmüş bir şekilde seyrederken bedenim o kadar yoruldu ki blog yazmaya vakit ayıramadım. Yoğunluğu boşluğa tercih eden bir yapım olmasına rağmen hayatım yollarda geçip uykumu ancak trendeyken almaya başlayınca artık biraz mola vermenin vakti geldi dedim. Neyse ki imdadıma 5 günlük tatil yetişti. Allahtan Noel tatiline de az kaldı. İstanbul’a kavuşmama 9 gün kala heyecanım doruklara tırmanırken bu aralar kafamı kurcalayan konu olan “Farklılık, Çeşitlilik” (Diversity) konusu hakkında birkaç satır yazmaya karar verdim.

Kasım ortası itibariyle resmen ve fiilen araştırmamın pilot aşamasının veri toplama süreci başladı. Alana çıkıp gerçek yaşamların içine girmek çok keyifliymiş, ancak bir o kadar da zor. Neredeyse eş zamanlı olarak bir sivil toplum kuruluşunun eğitim merkezinde staj yapmaya da başladım. Bunlar başlamadan önce çalıştığım okulda da çalışmaya devam ettim. Aynı anda 3 farklı ortamda 3 farklı gerçekle karşılaştım, her biri içindeki farklılık, çeşitlilik birbirinden farklıydı. Bu 3 kurumdaki farklılıklardan bahsetmeden önce bu çeşitlilik, farklılık konusunu daha makro bir düzeyde ele alarak başlamak istiyorum.

Dünya haritasına baktığınızda İspanya Akdeniz’in bir ucunda, Türkiye’nin ise diğer uçta olduğunu görürsünüz. İspanya’yı gören Türklerin birçoğundan duymuşumdur, “burası Türkiye’ye çok benziyor” sözlerini. Zaten benim de Barselona’da okuma kararı almamdaki en büyük nedendi kendimi “İstanbul’daymışım gibi” hissetmem. Tabii seneler geçti, maalesef benim için “her yer İstanbul” olamadı, Barselona’nın her köşesinde, çoğu zaman fark etmeden, İstanbul’u, ona olan aidiyetimi aradım. Türkiye’nin en kaotik şehrini, İspanya’nın belki de en “Nezaket Kurallarına Uyan” şehrinde aradığımı fark etmem zaman aldı. Türkiye’nin kültür mozaiğinin zenginliğinden, İstanbul’un çelişkiler şehri olduğundan bahsetmeme gerek yok sanırım. Barselona’da ise farklı bir zenginlik var. Mesela dil zenginliği. Metroya bindiğinizde bir vagonda en az 10 farklı dil duyabilirsiniz, otobüste yanımda oturanların okudukları kitaplara baktığımda da İspanyolca ve Katalancasından tutun, Gürcüce, Rusça ve daha nece olduğunu anlamadığım birçok kitabın okuyucularını gizliden gizliye süzerim. Dış görünüşlerinde onları “diğerleri”nden ayıran, okudukları kitap haricinde, başka ipuçları ararım. İstanbul’da bana Türkiye’nin kültürel zenginliğini hatırlatan iki kilit yer var: 1. İstiklal Caddesi, 2. Esenler Otogar. Barselona’da ise Turistik yerleri dışarıda tutarsak, sanırım en kilit yerler toplu taşıma araçları ve okullar.

Nüfusunun %18’inin yabancı olduğu bir şehirde, yani Barselona’da, insan yabancı olduğunu fazla hissetmiyor olsa da ait olma konusunda sıkıntı yaşanıldığı da bir gerçek. Şimdi size bir soru: Farklılıklar içinde farklılığınızın kaybolmasını mı, aynılıklar içinde farklılığınızın dikkat çekmesini mi tercih ederdiniz? Seneler önce Dominik Cumhuriyeti’nde yaşadığım zaman aynılıklar içinde (kastım melez ve siyah ırk ağırlıklı bir nüfus) farklılığımın (süt beyaz bir ten rengi) dikkat çekmesinden ne kadar rahatsız edici ve güvenliğimi tehlikeye atıcı bir şey olduğunu fark etmiştim. Diğer taraftan, herkes farklıyken sizin de farklı olmanız siz fark etmeden arada yok olup gitmenize sebep olabilir.

Yukarıdaki soruya vereceğiniz cevap, hayata karşı olan duruşunuzu etkileyebileceği gibi, öğretmen iseniz öğrencilerinize karşı olan tutumunuzu da etkileyecektir. Barselona’daki en kilit yerlerden birinin okullar olduğundan bahsetmiştim. Şimdi bu gözlemimi biraz detaylandırayım.

Aynı dönemde biri yüksek sosyo-ekonomik düzey kesime hitap eden tam özel bir anaokulu, diğeri ise tam aksine, düşük sosyo-ekonomik kesimin gittiği, öğretmenlerin çalışmak istemedikleri bir bölgede olan devlet anaokulundaki farklılıkları gözlemleme, farklı öğrenci popülasyonuyla çalışan öğretmenlerin tutumlarını karşılaştırma fırsatı buldum. Burada yazacaklarım, akademik geçerlilik taşımıyorlar (henüz). İleride veri analizi sürecim bitince daha bilimsel bir şekilde çıkarımlarımı ortaya koymayı umuyorum. Şimdilik bana çarpıcı gelen birkaç gözlemimden bahsedeceğim.

Özel okuldaki sınıftaki farklılık olarak göze çarpan ilk şey dil kullanımlarıydı. Anadilleri farklı olan çocukların toplandığı bu sınıfta bir iki öğrenci dışında herkes en azından 2 dilliydi. 2 öğrenci ise 4 dilli (biri Çince-İngilizce-İspanyolca-Katalanca, diğeri ise İtalyanca-İngilizce-İspanyolca-Katalanca) biliyordu (5 yaşında 4 dili konuşan bir çocuğun beyninin nasıl işlediği mucizevî bir şey gibi geliyor bana). Ancak öğretmenin “farklılık” kavramına giren çocukların başka özellikleri vardı. Öğretmen bu çocukları “My Special Kids” (yani benim özel çocuklarım) olarak tanımlıyordu. Bu çocukların ortak özellikleri ise olgunlaşma düzeylerinin diğer çocukların gerisinde olması, akademik açıdan öğrenme süreçlerinin başarısız olarak değerlendirilmesiydi. Öğretmenin bu çocukların başarılarına yönelik beklenti düzeyi ve onlara karşı tolerans eşiği nispeten daha düşüktü. Sınıf içinde bulunduğum 2 ay içersinde, öğretmenin ısrarla dışlayıcı davranışlarına maruz kalan, bir çocuk (ki bu çocuk davranış bozuklukları sergilemekle birlikte aslında biraz ilgiye ihtiyaç duyan çok da yaramaz olmayan bir çocuktu bence) ailesi tarafından okuldan alındı. Bu durumla ilgili öğretmenin yorumu ise dikkat çekiciydi: “Gitmesindeki tüm suç benim değil, neyse ki okul yönetimi de gittiğine sevindi.” Bu öğretmenin, aileler hakkındaki konuşmalarını duydukça dehşete kapıldım. Olayı “bu insanların çocukları olmamalı.” ya kadar götüren yorumlarla beni şaşırttıkça şaşırttı. Bu kadar farklı çocuk içinde farklılığı en dikkat çeken öğrenci ise, yardımcı öğretmenliğini yaptığım Türk öğrenciydi ki sınıfta konuşulan hiçbir dil ile iletişime geçemiyordu. Bu durumda öğretmenin kolaylaştırıcı bazı stratejiler düşünmesi gerekirken, “zaten farklı, kendini daha da farklı hissetmesini istemiyorum” diyerek üzerindeki iş yükünden kurtulmayı tercih ediyordu. Neyse ki öğrencim benim de desteğimle durumu 2 ay gibi bir sürede olumlu gelişmeler gösterdi ve bana ihtiyaç duymadan okul gününü bitirebilecek duruma geldi. Ancak kişisel olarak üzülüyorum, veliler çocukları iyi eğitim alsın diye onca para veriyorlar ve paralarının karşılığı nasıl bir hizmet aldıklarının farkında değiller.

Devlet okulu örneğimizdeki göze çarpan ilk farklılık ise ırk ve kültür idi. Sınıfın çoğunluğu Fas kökenli olmakla birlikte 2 tane Senegalli öğrenci, 1 Latin, 1 Portekiz’in Romanlarından ve kalanların İspanyollardan oluşuyordu. Ortak dil olarak Katalanca kullanılıyordu. Bu okuldaki araştırma sürecim hala devam ettiği için eminim süreç içinde bu farklılıklarla ilgili daha çok şey karşıma çıkacak. Şimdilik burada yazacaklarım, görüşme yaptığım 2 öğretmenin “farklılık” ve “çeşitlilik” kavramlarıyla ilgili. İki öğretmenin ortak görüşü, bu kadar farklı çocukla çalışmanın ekstra yük getirdiği ve çoğu öğretmenin bu yükü taşımak istemedikleriydi. Bir öğretmen “farklılık”ları zenginlik olarak nitelendirirken, farklı çocukların eğitim sürecinde bir “sorun” olarak görüldüğünü söyledi. Bir yandan da, ortamın çok kültürlü olmasının(hani heterojen sınıf) kültürel farklılıkların dikkat çekmemesini sağladığını dile getirdi. Yani, “herkes o kadar farklı ki, kimsenin farklı olması dikkat çekmiyor.” İki öğretmenin farklılık, çeşitlilik kategorileri birbirlerinden farklıydı. Mesela bir öğretmen, dil, kültür, din, engellilik gibi daha çok görünen özellikleri çeşitlilik olarak vurgularken diğer öğretmen okul sistemi içersinde çocukların eğitim süreçlerini zorlayan farklılığın aile yapısından kaynaklandığını vurguladı.

Özetlemek gerekirse, herkesin aklındaki “farklılık”, “çeşitlilik” kavramı yaşadıkları gerçekliğin yansımasıdır. Farklı çocukların sınıf içinde eğitim sürecine dâhil edilmesinde okul içi ortak bir “farklılık” kavramı oluşturup, bu kavram doğrultusunda etkili stratejiler geliştirilmelidir. Unutmamak gerek ki, bir çocuğu dışlamak, onu kaybetmek çok kolay, kazanmak ise çaba ve zaman gerektirir.

Inclusão (Inclusion) from Rogerio Weikersheimer on Vimeo.


Bu sefer yazım biraz dağınık oldu gibi. Aklımda aslında yazmak istediğim o kadar çok şey var ki bu konuda… Daha staj maceralarım var mesela. Onlar da daha sonraki yazılarıma kalsın…


NOT: Farklılıklar ile ilgili karikatür Tonucci'ye aittir. Daha net bir şekilde görmek ve yazıları okumak için resmi tıklamanız ve orijinal boyutuna ulaşmanızı tavsiye ederim.

Tavsiye: Okul öncesi dönemde farklılıkların eğitim sürecine nasıl dahil edildiğiyle ilgili akademik okuma yapmak isteyenler için de şu makaleyi öneririm:

Petriwskyj, A. (2010). Diversity and inclusion in the early years. International Journal of Inclusive Education, 14(2), 195-212.