3 Aralık 2012 Pazartesi

"Üniform"asız Eğitim

Milli Eğitim Bakanlığı yine önceliklerini şaşırmış günler geçiriyor olmalı ki okullarda üniformasız eğitime geçiş haberleri yine gündemde hatırı sayılı yer tutmaya başladı. Türk Eğitim-Sen bu konuda çok güzel bir yazı yayımlamış. Henüz okumadıysanız bu yazıyı bitirdikten sonra orayı okumanızı tavsiye ederim. İki yazıda fazlasıyla ortak nokta bulacağınıza emin olabilirsiniz. Benim anlamadığım eğitimden anlayan işin erbabı sayılan uzmanlar aksi görüş bildirirken Milli Eğitim'in serbest kıyafette bu kadar ısrarcı olması. "Tek tip insan yetiştirmek istemiyoruz." samimiyetsizliğiyle kendine taraf bulmaya çalışan Milli Eğitim, tek tipliğin üniformadan değil eğitim programlarından, her şeyi bıraktım bakanlığın kendi isminden başladığını göz ardı ederek eğitimde reforma temelden değil yüzeyden başlıyor. Ne de olsa canım Türkiyem'de insanlar önce dış görüşüne, kıyafete, markaya önem verir...

Hem üniformalı hem de üniformasız eğitimde deneyimi olan biri olarak şüphesiz ki hala üniforma mecburiyeti olan bir okulda okuyor olan bir çocuk olsaydım bu habere uçardım, çünkü sanırdım ki serbest kıyafet gerçekten "özgür iradem ile karar verme"me izin verecek. O yaşlarda serbest kıyafet-okul üniforması ikileminin satır aralarını değerlendirecek bir görüşe sahip olmak gerçekten zor. Bir okulda öğretmen olsaydım kesinlikle münazara konusu olarak seçerdim bu konuyu.

"Okullarda Serbest Kıyafete Hayır" kampanyasının savunucularının en çok vurguladığı şey Zengin-Fakir uçurumunun daha açık olarak görülebilir hale geleceği ve çocukların bundan olumsuz etkileneceği. Bence durum zengin-fakir ayrımından daha derin. Çocuklar 4 yaşlarından itibaren dış görünüşle alakalı farklılıkları net bir şekilde algılayabilirler ve oyun arkadaşlarını çoğu zaman fiziksel olarak daha çekici gelen çocuklardan seçme eğilimi gösterirler. O kadar küçük yaşlarda çoğu çocuğa kendi kıyafetlerini seçme özgürlüğü verilmediğini düşünürsek ailelerin çocukları üzerinden kendi ideolojilerini, ekonomik statülerini yansıtma ve bazen yarışmaya kadar varan bir hırsa dönüştüğünü görebiliriz. 

Ergenlik döneminde ise durum biraz değişir. Bu sefer de ergenler kimliklerini öncelikle dış görünüşleriyle yansıtmaya çalışır. Böylece kendi gibi olan akranlarıyla birbirlerini daha kolay tanımlayabilir, akran gruplarına daha kolay girebilir ya da dış görüşünü, kıyafetleri, tarzı farklı olduğu için hiç bir grupta kendine yer bulamayabilir. Yalnızlığa mahkum edilebilir. 

Zamanında sizin okulun üniforması nasıldı diye sorsalar cevabım şu olurdu: Lacoste gömlek, georg hogh ayakkabı veya buffalo bot, Barbour Mont, Burlington Çorap. Şimdi farkettim sadece erkeklerin pantolonlarının ve kızların eteklerinin markası belli değilmiş. Bu üniformaya uymayan kesim marjinal ya da alternatif olarak adlandırılırdı. Ama aslında onlarında ortak bir noktası vardı: Altı kalın renkli postallar. Yine herkes birbirinin hangi gruptan olduğunu bilirdi ama sonuçta kimse standart üniforma giyenle dalga geçmezdi. "Parası ancak standarta yeten sistem içinde dokunulmazdı". Kıyafet haricinde özellikle saç rengim yüzünden lise yıllarında okul yönetiminde aşağılanmaya maruz kalmış biriydim. Savunmam ise gayet yasaldı: "Okul kıyafet yönetmeliğini okudum, saç boyamak yasak yazmıyor" dediğimde "yönetmelikte okula iç çamaşırı giymeniz zorunlu diye de yazmıyor ama siz giyip geliyorsunuz". Oysa ki okul sahte platin rengi sarışınlarla doluydu ama "nedense" benim kırmızı saçlarımla uğraşılıyordu... Okul kıyafetinde sıkı yönetim devrinden de geçtim: bir ara baklavalı çoraplılar törenlerden toplanırdı, gömleğimin eteği dışarıda diye evime disiplin kağıdı gittiğini de bilirim. Lise sondayken allahtan  sadece üç renkli konverslerimle "aaa ayakkabılarını tek tek giydin sandık" diyen öğretmenlerimin eğlenceli yorumlarıyla karşılaştım sadece... İnsan böyle despot ve tutarsız üniforma politikaları güden bir okuldan 6 senesini geçirince sanır ki serbest kıyafeti destekler. Ben de öyle sanırdım. Taa ki lise 3'te üniformasız eğitim veren 3 farklı amerikan okulunda bir akademik yıl geçirene kadar.

İlk gittiğim okulda tenefüslerde burka denilen renkli çarşaf giymiş kız öğrencileri gördüğümde ortamda kendimi ne kadar garip hissettiğimden mi başlayayım yoksa gangsta modası  takip eden grubu gördükçe kendimi ne kadar az güvende hissettiğimden mi bilemiyorum. Onlarca kültürü okulda aynı anda görmeye zaten hiç alışık olmayan bünyemde rengarenk kıyafet cümbüşünde kendime yer bulmayı geçtim, kıyafet kodlarını çözene kadar baya bir kafa yormam gerekti. Sonra okulum değişti, şehir merkezinin gettolaşmış okulundan beni banliyölerin daha ciks tabir edilen bir okuluna gönderdiklerinde ne yalan söyleyeyim biraz rahatlamıştım. Çünkü burada neredeyse tek tip bir şekilde ya gap giyiyordu, ya abercrombie & fitch. Öğrenciler arasındaki en büyük fark sporcuların takımlarına özgü montlarla okula gelmesiydi... Ama işler Columbine Lisesi trajedisinden sonra biraz değişti. Okuldaki tüm siyah pardesülü ekip birden şüpheli duruma düştüler. Normalde sessiz sakin kendi halinde takıldıkları için fazla göze batmayan bu ekip birden derslerden çıkarılarak ifadeleri alınmaya başlandı. Normalde paranoya seviyesi yüksek olan Amerikan toplumunda sırf siyah pardesü giyiyorlar diye suçlanmaya başladılar. Serbest kıyafet konusunda ise benim dikkatimi çeken bir başka nokta da her eyaletin kendine göre bir "serbest"lik mantığı olmasıydı. Mesela güney eyaletlerinde (alabama, teksas vb.) ırkçı bayrağı kıyafetlerinde taşıyan çocuklar okulllardan uzaklaştırma alabilirken, benim sınıfımda bir çocuk okula her gün o bayrağı kemer tokası halinde aksesuar olarak okulda kullanıyordu ve bir kere bile uyarıldığını sanmıyorum. Oysa ki ben üzerimde Universal Studios'dan aldığım bir t-shirt'de belli belirsiz görünen bir alkol markası ismi var diye uyarı aldığımı hatırlarım. Uyarı aldığımda o yazan ismin bir alkol markası olduğunu öğrendiğimi söylememe gerek yok sanırım. Bir de okul sabahlarını hiç sevmezdim. Bulunduğum ülkenin kültürü gereği aynı kıyafeti üst üste iki gün giymek mümkün olmazdı, ve her sabah bugün ne giysem acaba diye vakit harcamak zorunda kalırdım. Sırf bu yüzden güne yarım saat az uykuyla başlamak bazı günler bünyemi zorlamadı değil. 

Serbest kıyafetli okul yılı bitip eski liseme geri döndüğümde sarı gömleğim ve gri okul eteğime hiç sövmedim. Sadece okul eteğinin kendiliğinden mini olması biraz sıkıntıydı...

90lı yıllarda yaşadığım bu olaylarda o dönemde gençlik hala daha vicdanlıydı ve şimdiki kadar kapitalist değildi gibime geliyor. Bunu geçtim günümüz Türkiyesinde o kadar çok kutuplaşma var ki... Kaç öğretmen, öğrenci hatta veli okul koridorlarında gezen askısız büstiyer mini şortlu ya da renkli çarşaf giyen kızlar, kurtlar vadisinden fırlamışcasına janti takım elbise giymiş ya da bermuda şortuyla ders yapan erkek öğrenci görmeye, sarı-kırmızı-yeşil renklerini kombinlemiş bir kıyafet görmeye hazır? 

Serbest kıyafet gelirse veliler belki okul üniformalarına para yatırmaktan kurtulacak ama kıyafetin aslında bir nevi bir koruma kalkanı olduğunu da kötü örnekler aracılığıyla anlayacaklar... Bırakın çocuklar üniversite yaşına geldiklerinde "oh be kurtulduk şu üniformadan" desinler. O zamana kadar da siz çocukların kıyafetleriyle değil eğitim müfredatının içeriğindeki "robotlaştırma" "asimile etme" söylemlerinde reform yapın... Ve lütfen her şeyden önce samimi olun!


30 Ekim 2012 Salı

Bu Gala Daşlı Gala

Yazmayalı aylar oldu farkındayım. Bir kaç kişiden bloguma yazmayı durdurup durdurmadığımla ilgili sorular aldım. Her geçen gün "bugün de yazamadım" diye hayıflanarak geçti. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Zaman sudan daha hızlı akıp geçti. Yaz tatili bitti, tatilden çok turist gezdirerek. Eylül ayı geldi, doktora sürecimle ilgili acı gerçekler yüzüme çarpıldı, silkelendim sonra kendime geldim. Yoğun geçen günlerden fırsat bulup 2 kere İstanbul'a kaçtım. Bu kaçışlarım sırasında 5 sene içersinde belki de ilk defa acaba Türkiye'ye dönmesem mi diye düşündüm. İstanbul'un trafiği (15 kmlik yolu 3,5 saatte aldım hem de aynı yaka üzerinde ilerlemeye çalışırken), insanların mutsuzluğu, saldırganlığı, tahammülsüzlüğü... Hep böyle miydi İstanbul da ben mi pembe gözlüklerle bakıyordum, yoksa 5 sene içersinde bu toplumun huyuna ve suyuna bir şey mi olmuştu? Cevabını bulamadım.  Her şeye rağmen aileyi görmek, arkadaşlarımla hasret gidermek, İstanbul'a denizden bakmak çok keyifliydi. 

Boğaz keyfini kardeş ülke Azerbaycan'ı keşfetmek için 4 günlüğüne  geride bırakıp yola çıktım. Çocukluğumda hakkında sadece "bu gala daşlı gala" türküsü ve 23 Nisan Çocuk Şenlikleri'nin TRT kutlamalarındaki halk dansları sayesinde bilgi sahibi olduğum, iki bayrak bir millet sloganıyla kardeş olduğumuz sıkça vurgulanan ülkeye doğru yola koyulmamın önemli bir nedeni Eurovision 2012'ye ev sahipliği yapmış olmasıydı. Yine çocukluktan kalma bir alışkanlık, bu yarışmanın sıkı bir takipçisi olarak aslına bakarsanız yarışmayı izlemek için orada olmak istedim ama kısmet yarışmayı yerinde izlemek yerine kurban bayramına orada girmekmiş.

Bakü'deki Eurovision'u ekrandan izlerken şarkı aralarında giren ülke tanıtımlarında ışıklı diyara bayılmıştım. Bakü'deki ilk akşamımda da ekrandaki ışıklı diyar beni karşıladı. Büyülendim... Blogumun konsepti gereği buraya gezi yazısı yazmak yerine gezdiğim gördüğüm ülkelerde gözlemlediğim çocuklarla ilgili eğitim veya etkinliklere yer verdiğim için Bakü'deki turistik maceralarımı bir kenara bırakıp eğitim alanında edindiğim bilgileri ve gözlemlediğim örnekleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bakü her ne kadar dışardan çıplak gözle detaya inmeden bakıldığında ihtişamlı, ışıklarıyla büyüleyici, geniş caddeleri, tertemiz alt geçitleri, büyük ve pahalı arabalarıyla petrolden gelen zenginliği kullanmaya başladığını hissettiren bir şehirse de kurtulmaya çalıştığı geçmişi dar, karanlık ve yolları bozuk olan sokaklarında saklı. Bir yanda sayıca çok olan pahalı arabalar geçerken, öte yanda artık İstanbul'da neredeyse hiç görmediğimiz şahin, doğan ve külüstur ladalar da sık sık karşımıza çıktı. Bu görüntü bize toplum içindeki dengesizliklerle ilgili ilk ipucu oldu. Konuyla ilgili izlenimlerimizi paylaştığımızda ilginç bilgiler aldık. Mesela bir öğretmen maaşı 130-150 manat civarında (1 manat yaklaşık 1 euro), bir üniversite hocasının maaşı ise 300 manat civarındaymış. Ev kiraları merkezde 600-700 manattan başlarken merkezden biraz uzaklaşınca 300 manata da yaşanabilecek bir yer bulunabiliyormuş. Peki bu kadar düşük maaşlarla insanlar nasıl geçiniyor, bu lüks arabalar nereden geliyor diye detayları biraz daha kurcalamaya devam ettik. Öğrendik ki özellikle özel sektörde, özellikle de petrol sektöründeki yabancı şirketlerde çalışan yabancılar burada çok iyi maaşlar alıyor. Devlet üniversitesinde çalışan akademisyenlerin nasıl geçindikleriyle ilgili detaysa bence etik olarak çok tartışmalı. Üniversite'den yakın bir zamanda mezun olmuş bir Azerbaycanlıdan aldığımız bilgiye göre üniversite öğrencileri derslerden geçebilmek için hocalara rüşvet veriyormuş. Bir dersten geçebilmenin rüşveti 1000 dolara kadar çıkabiliyormuş. Verdiği örneğe göre, bir sınıf 25 kişiyse bunların 4 veya 5i dersleri kendileri geçebilirken geriye kalan 20-21 kişiden alınan rüşvetin %25-%30u dersin hocasına kalırken, geriye kalan kısmı dekana gidiyormuş. Böylece üniversitelerin en zengin hocaları da dekanlar oluyormuş. Bu detayı duyunca Azerbaycan'da akademisyen olma fikrinden hemen uzaklaştım. Yine de Bakü'yü o kadar sevdim ki özel sektörde bir pozisyon aranabilir fikriyle ayrıldım kardeş diyardan.

Gezim sırasında öğrenci ve çocukların gerçekleştirdikleri 2 etkinlikle karşılaşma fırsatım oldu. Bir olumlu, bir olumsuz örnek olmaları açısından bunları sizleri aktarmak istedim.

İlk örneğimiz Qobustan'dan geliyor. Eski çağ insanlarının mağara duvarlarına yaptıkları resimleri görebileceğiniz bir açık hava müzesine ev sahipliği yapan Qobustan'da ziyaret kapalı müzeden başlıyor. Müze ilkel tarih devirleriyle ve o devirdeki yaşamla ilgili bilgi vererek turunuza bilgilenerek başlamanızı sağlıyor. İlerleyen odalarda mağara resimleri ve onların anlamlarıyla ilgili detaylı ve çok bilgilendirici sunumlar sayesinde açık hava müzesi kısmına geldiğiniz gördüklerinizi anlamlandırmak için yeterli bilgiye sahip olmuş oluyorsunuz. 
Qobustan müzesinde en hoşuma giden şey şüphesiz küçük ziyaretçilerin unutulmamış olmasıydı. Ufak yaşlardaki ziyaretçilerin çok yazılı bilgilendirici sunumları takip etmeleri dikkat uzamlarının kısıtlılığı nedeniyle zor olacağı için belli noktada onlara interaktif ekranlar aracılığıyla farklı etkinlik opsiyonları aracılığıyla müzenin içerdiği bilgiler hakkında fikir edinmeleri, fikir edinirken de eğlenmeleri hedeflenmişti. Aklımda kalanlardan bir tanesi ekrana dokunarak bir kaplumbağı 5000 yıl öncesinden günümüze doğru hareket ettirirken kaplumbağın durduğu yıl sırasında müzenin bulunduğu alanın coğrafi olarak ne durumda olduğunu gösteren ekrandı. Diğer ise boyama ekranlarıydı. Boş bir ekran üzerine çocuklar isterlerse eski çağ insan-hayvan-bitki veya desenlerinden istediklerini seçip onları ekran üzerinden boyayabiliyorlardı. Bu ekranlar sadece çocukların değil, yetişkinlerin de ilgisini çekiyordu. 
Kapalı müzeyi bitirip açık alana geçtiğimizde ise karşılaştığımız sahne eğitim açısından içler acısıydı. Rehberimiz eşliğinde gezimize devam ederken birden etrafta bir grup başı boş ortaokul öğrencisi belirdi. Bazıları koşa koşa kayaların üzerine tırmanmaya çalışırken, diğerleri çoktan yüksek bir kaya üzerinde yerlerini almış arkadaşlarına bağırıyordu. Yaş icabı gürültücü olmalarını kabullenebilmiş olsak bile belli ki eğitim amaçlı bir okul gezisine çıkmış olan bu öğrencilerin ne güvenlik açısından risk taşıyan hareketlerini engellemeye çalışan ne de bulundukları alanın önemiyle ilgili bilgilendiren ve onlara rehberlik eden bir öğretmen yoktu başlarında. 
Avrupa'daki pek çok müze gezim sırasında karşılaştığım öğrenci ziyaretlerinde genelde öğrencilerine eğitim hedeflerine yönelik görevlerin verildiğini gözlemlemiştim. Burada karşılaştığım sahne ise öğretmenlerin de gezerken öğrenme-öğretme etkinlikleri programlama açısından ne kadar vasıfsız olduklarını gösterdi bana. Aslına bakarsanız bu sahne yabancı sayılmazdı. Türkiye'de de okul gezilerinin aynı mantıkla yapıldığını biliyorum. Tek bir fark, öğretmenler daha koruyucu olur ve çocukların yüksek kaya tepelerine çıkmalarını bir şekilde engel olurlardı. 
Üstte gördüğünüz iki fotoğrafı Londra'daki British Museum ziyaretince çekmiştim. Açıkça görülüyor ki çocuklar bir amaç doğrultusunda müzeyi geziyorlar ve başlarında öğretmenleri var. Müzelere yapılan alan gezilerinin ön hazırlıklar yapıldıktan sonra belirlenen eğitim amaçlarına ulaşabilmek için programlanan etkinlikler doğrultusunda gerçekleştirilmesi gerektiğiyle ilgili bilgilendirilmeye ihtiyaç duyan öğretmenler için bu iki örnek umarım onlara konunun önemi hakkında biraz da olsa fikir vermiştir. 

Bu yazımda anlatmak istediğim son örnek bir alışveriş merkezinde karşılaştığım bir etkinlikti. Park Bulvar isimli modern alışveriş merkezinin alt katında çok küçük bir alan çocukların şemsiye boyamaları için ayırılmıştı. Çocuklar bir yandan boyama yaparlarken bir yandan da Amerikalı bir Jazz şarkıcısı büyüleyici sesiyle konser veriyordu aynı alanda. Şemsiye boyama fikri benim çok hoşuma gitti. Özellike yağmurlu bir günde çocuklara düz renk şemsiyeler verip kumaş boyalarıyla onları süslemeleri daha sonra da bu şemsiyelerle dışarı çıkıp yağmuru deneyimlemelerine olanak veren bir etkinlik onlar için ne kadar eğlenceli olur bir düşünsenize. 
Şemsiye boyama etkinliği hem proje temelli öğrenmenin bir etkinliği olarak kullanılabilir, hem  de işbirlikçi öğrenme örneği. Etkinliği izlerken hem bireysel hem de grupla çalışan çocuklar gördüm. Aileler ise genelde çocuklarının videolarını ya da fotoğraflarını çekmekle meşguldü. Olsun en azından çocuklarıyla aynı mekanı paylaşıyorlardı. Etkinlik bittikten sonra alana yaklaşıp etkinlik sorumlularıyla konuşmak istedik. Öğrendikki etkinliği organize edenler Alman asıllıymış. Etkinlikte kullanılan özel kumaş boyaları da Almanya'dan getirtilmiş. Yabancılar tarafından organize edilmiş olsa da Bakü'de böyle güzel bir etkinlikle karşılaşmak günüme güzellik kattı. Türkiye'deki yüzlerce alışveriş merkezinden de böyle yaratıcı ve eğitici etkinlik organize etmelerini umuyorum.

Kapanışı bu etkinlik sırasında kaydettiğim video ile yapıyorum: 
"I think to myself .....what a wonderful world"

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Deniz, Güneş, Kum: Çocuk Parkı

Yazın sıcak günlerinde çocukluk yıllarımızda deniz kenarında, ıslak kumlardan kumlar kaleler inşa etme yeteneklerimizi geliştirmek için çeşitli kova, kürek, elek gibi oyuncaklarla harıl harıl çalışırdık. Hiç bir zaman bir heykeltıraş veya mimar mertebesine yükselemedim yaptığım kumdan kaleler ile. Ve günden güne gördüm ki plajlarda ıslak kumlarla oynayan çocukların sayısı azaldı. Hatta halka açık, güzel ve temiz plajların sayısı da...

Geçen hafta sıcaklardan biraz kaçayım hem de değişiklik olur bahanesiyle kuzey İspanya'da Bilbao-Santander-Oviedo-Gijon'u kapsayan yedi günlük bir tura çıktım. Cantabria denizi kıyılarında hava Akdeniz kıyılarındaki kadar boğucu değildi. Hatta ben genelde bir sweatshirt ile geziyordum. Benim üşümeme neden olan hava tatilcileri hiç ama hiç alakadar etmiyordu. Plajlar, özellikle de Santander'de tıklım tıklımdı. Havanın serinliği ve deniz suyunun soğukluğu nedeniyle ben sadece denize uzaktan bakmakla yetindim. Denize uzaktan bakarken gözüm hep deniz kenarındaki çocuklara takıldı. Çocukları izlerken şimdiye kadar hiç bir yerde karşılaşmadığım ve çok hoşuma giden bir konseptle karşılaştım. Mutlaka başka ülkelerin başka şehirlerinde örnekleri vardır ancak bu kadar güzel korunmuş, iyi düşünülmüş, doğanın yapısını bozmamışıyla herhalde karşılaşma olasılığımız azdır. 

Çocuk parklarından bahsediyorum. Çimlerin yeşilliği, kumların sarılığı ve denizin mavisiyle bütünleşmişlerinden. Dört tanesinin bol bol fotoğrafını çektim. Çocukların buralarda oynadıkları oyunları izledim. 

Parklardan ikisi Santander'in yemyeşil alanındaki Las Llamas Parkı içinde bulunan çocuk parkları. Görsel olarak çok dikkat çekmeseler de tahta, lastik ve metal kullanımı doğanın dokusuyla çok örtüşmüş parklar. İlk parkın zemini çocuklar düşerse canları yanmasın diye yumuşak ve renkli bir maddeden yapılmış. Yürürken sanki sünger üzerinde yürüyormuş hissi yaratıyordu. Özellikle Las Llamas Parkı girişindeki çocuk parkının arazisinin genişliği muazzamdı. Oyuncaklar arasındaki boşluk mesafeleri de ailelerin çocuklarıyla rahatça sosyalleşmelerine izin verecek kadar rahat bir alan sağlıyordu. 


İkinci parkta ise araba lastiğinden yapılma salıncaklar ve basit bir makara sisteminden yapılmış asılarak kayma sistemi hoşuma gitti. Özellikle bu ikincisi çocuk parklarında görmeye pek de alışık olmadığımız bir oyuncaktı.

























Gördüğüm 3. park Playa de Bikinis kıyısından, deniz kenarına yakın ama plajın biraz arkasında kalan yine geniş bir arazide kurulmuş, çocuklarıyla deniz kenarında ama denize ve kuma dokunmadan vakit geçirmek isteyen aileler için düşünülmüş bir parktı. Parkın hemen yanındaki Polo Club Cafe de yaşça büyük olan çocuklar arkadaşlarıyla oynarlarken onları izleme imkanı tanıyordu. Bu parkta ağırlık tırmanma ağlarına verilmişti. 

Parkın en beğendiğim yönü çöp kutuları oldu. Farklı hayvan figürlerindeki hayvanların ağız kısmından çöpler atılarak, çocuklara çöpleri yere değil çöp kutusuna atma alışkanlığını kazandırılarak çevreyi temiz tutmaları için onları motive edici bir fikir olmuş. Düşünsenize, ne kadar eğlenceli olur. Elinizde yediğiniz sandviçin paketi var, çocuğunuza "biz sandviçimizi yedik doyduk, şimdi de şu ayıyı doyurmanın zamanı" diyip kağıdı çöp kutusu olan ayıcığın midesine kağıdı indirme oyunu oynadığınızı. Biz eskiden sadece çöpe basket atma oyunu ile çöp kutusu kullanmayı alışkanlık haline getirmeye çalışırdık.
 


Parktaki oyuncaklar arasındaki favorim de tahtadan gemiler oldu. Çocuklar böylece yaşları el vermediği için açık denizlerde kaptanlık yapamadıkları bir şeyi hayallerinde -mış gibi yaşayabiliyorlardı...










Son olarak, en beğendiğim ve ilk defa böylesiyle karşılaştığım plajdaki bir çocuk parkını sizlere tanıtmak istiyorum. Yazımın şimdiye kadar olan kısmına kadar anlattığım diğer 3 parktan da boyut olarak küçük, ancak çocukların denizden uzaklaşmadan eğlenmesi için düşünülmüş işlevsel bir plaj çocuk parkı. İlk dikkatimi çeken, o sıcakta çocukların güneşten korunarak oynayabilmesi için yaratılmış gölgelik alan oldu. 
Kumdaki bu alanın çocukların oyun alanı olduğunu vurgulamak ve onlar için daha güvenli bir alan yaratmak için parkın etrafı fotoğrafta gördüğünüz gibi çitlerle çevrilmiş. Bu alanda çocukların hem dramatik ya da bazı  oyun kuramcılarına göre -mış gibi oyun üretmelerini hem de motor gelişimlerini destekleyici bir gemi bulunmasıda hoşuma gitti. 
Plajda oyun parkı benim çok hoşuma gitti. 3 tarafı denizlerle kaplı, batısı ve güneyi cennet gibi olan ultra turistik plajlarla çevrilmiş vatanımın kalan tek tük halk plajlarında da böyle manzaralar görmek istiyor gönlüm. Özellikle kıyı şeridindeki kentlerin ve sahil kasabalarının çocuk dostu plajlar yaratma projelerini gündemlerine almalarının vaktinin çoktan geldiğini vurgulayarak bu yazımı burada bitiriyorum.

Herkese bol deniz-güneş-kum ve oyunlu bir yaz dilerim... Çocuklarınızı güneş ve sıcaktan korumak adına onları oyundan mahrum bırakmayın...



27 Haziran 2012 Çarşamba

Karikatürlerde Eğitimsel ve Psikolojik Dokundurmalar -2

Bu sıcak yaz günlerinde, Türkiye'nin keyifsiz ve moral bozucu gündeminden birazcık da olsa uzaklaşabilmeniz için bu yazımda yine eğitim ve psikoloji konularına dokunduran karikatürlere yer vereceğim. Karikatürlerde Eğitimsel ve Psikolojik Dokundurmalar başlıklı yazımda bir kaç karikatüre yer vermiştim. Aradan uzun zaman geçmiş ve ben beğendiğim karikatürleri paylaşmayı atlamışım bunu farkettim. Oysa ki bir ara ciddi ciddi karikatür toplama işine girmiştim. Çocuk ve eğitim konulu karikatür kitapları edindim ama itiraf ediyorum ki çoğunu henüz inceleyemedim. Ancak Penguen dergisinde uzun zamandır takip ettiğim Penguen Çocuk köşesi kitap haline gelince ilk işim buraya gelen bir arkadaşımdan bana kitabı getirmesi oldu. Elime ulaşır ulaşmaz da okumaya başladım. İçinde bir çoğumuzun geçmişte karşılaştığımız gerçeklikleri çok yerinde tespit edip görselliğe vurmuşlar. Bana da burada ilgi alanıma girenleri paylaşmak düşer...

                                        
Daha geçen hafta burada yaşayan bir Türk anne ile konuşuyorduk." Burada kendi kültürümle çocuk büyütmem çok zor. Keşke biri el atsa da en azından çocuklar için ayda bir Türk büyükleri, Türk kahramanları konulu bir şeyler yapsa çocuğum kültürünü tanısa, çok üzülüyorum Nasrettin Hoca fıkralarını tanımayacak" diye benimle dertleşiyordu. Bu karikatürü görünce bu hoş muhabbetimiz aklıma geldi. Spiderman gibi dünyadaki kötülere kafa tutan bir kahraman varken hangi çocuk "bir garip keloğlan" olmak ister? Kendi kültürümüzü çocuklar için çekici kılmak için ne yapabiliriz diye düşünmeye başladım bu karikatürü gördükten sonra.

Resim derslerinde bile ezbere temellendirilmiş eğitimimiz de farkına varmamışız. Kaçınız acaba resim dersinde bir manzara çiz dendiğinde yukarıdaki karikatürdeki gibi bir resim çizmemiştir? Valla ben senelerce sadece bu tip manzara resimleri çizdim, sanırım tek fark evi biraz daha küçük yapıyordum ve dağların sağına koyuyordum. Şaka bir yana seneler sonra anlıyorum ki resim dersleri içimizdeki ressam potansiyelini keşfetmek için değil de boşluklar dolsun diye verilmiş sanki. Ama yine de hakkını yemeyeyim lisemin, dönem arkadaşlarımın içinden ilgiyle takip ettiğim ressam arkadaşlar çıkmadı değil.


Bu karikatürü gördüğümde aklıma RTE'nin başlattığı "çocuklar dindar değil de tinerci mi olsunlar?" tartışması geldi. Çocuklar dindar mı olur tinerci mi olur şu anki toplumsal huzursuzlukla onu bilemem ama hayallerindeki atı yapmaları için önce hayal kurabilmelerinin gerektiğini ve ailelerininde bunun için onların hayal gücünü destekleyici davranmaları gerektiğini bilirim. Tüm çocuklar, hayal kurmaları için baliye ihtiyaç duymadıkları bir yaşama sahip olmayı haketmiyorlar mı?

 Bir çocukları hakkında konuşurlarken "biz" formatında konuşan annelerden, bir de çocuğuna "aşkım" diye hitap eden annelerden hep korkmuşumdur. Ama bu karikatürü görünce aklıma onlar değil, anaokullarında öğretmenlik yapan ve öğrencilerine "aşkım" diye hitap eden öğretmen kılığına girmiş ana yarısı figürler geldi ki, üzgünüm sizler var oldukça ben size karşı olmaya devam edeceğim. Çocukların psikolojileriyle nasıl oynadığınızdan haberiniz yok ve bunu size biri anlatmalı. Bir gün yüzyüze gelirsek ben size anlatırım...

Bu karikatürü görünce aklıma okulda gereksizce üzerinde durulan kılık kıyafet kuralları aklıma geldi. Zamanında gömlek eteğim, eteğimin dışında olduğu için evine disiplin kağıdı gitmiş bir öğrenci olarak daha sonra farklı ülkelerde serbest kıyafetle öğrencilerin ne kadar kaygısızca okula gidebildiklerini ve saygının böyle saçma sapan kurallarla kazanılmayacağını gördüğümde eğitim sistemimizde hala yer alan katı disiplinci hocaların varlığından dolayı onların öğrencileri adına ben üzüldüm...
Zamanında sınıf arkadaşlarım en uzun ödevi ben yazdım ya da sınavda en uzun cevapları ben yazdım yarışına girerdi. Ben ise hep nicelik mi nitelik mi sorusunda niteliğin önemine vurgu yaptım. Hiç bir zaman hızlı okuyamadım, sınavlara hazırlanırken de bir kere okuduğuma ikinci kez geri dönmedim. Peki ya siz çocuğunuza bu konuda nasıl mesajlar veriyorsunuz?

                                     

İletki-Pergel-Gönye üçlüsü her sene aldığım hiç bir kere bile kullanmadığım aletler topluluğudur. Eğitimde zamanında ne gereksiz harcamalar yapmışız. Ortaları boş kalan lise defterleri, vs... Sahi hala var mı, şu kadar ortalı şöyle defterler istiyorum diyen öğretmenler? Öğrencilerine kullanacakları defterlerde bile özgürlük tanımayan öğretmenlerden özgür düşünce gelişimini desteklemeleri için ne bekleyebiliriz ki?

Çocuğunuzun otomatik pilota takılmasını istemiyorsanız sorularınızı sorarken kullandığınız kelime haznenizi zenginleştirin. Her gün aynı soruları sorarsanız, aynı cevapları almanız çok normal.
Her ne kadar lise yaşlarında çocuklar kendi seçimleri doğrultusunda arkadaşlık kuruyorlarsa da özellikle okul öncesi yaşlarda ve ilköğretimin ilk kademesinden çocuklarınızın arkadaş seçiminde ne kadar söz hakkınız olduğunu düşünün. Peki ya sizin çocuğunuz aterisi olmayansa??

Bu postluk bu kadar karikatür yeter. Umarım  üzerinde düşünmek isteyeceğiniz bir kaç soruna parmak basmışımdır.

Mizah dolu bir yaz dilerim herkese...

15 Haziran 2012 Cuma

Farkındalık kazanmak için Farklılıkları Keşfetmek Gerek


Bu yazım mesleği, eğitimi, kültürel alt yapısı ne olursa olsun, “ben de bir Anneyim” diyen kadınlara yönelik.  Yazıma ilham kaynağı olan kitabı geçen Salı günü boş vaktim var bari bir şeyler keşfedeyim diye uğradığım eski mahallemin kütüphanesinde tesadüfen buldum. Dünyanın Anneleri (Mares del Món)  isimli bu çocuk kitabı, dünyanın egzotik sayılabilecek köşelerinde (Fas, Namibya, Kenya, Hindistan, Çin, Vietnam, vs) yaşayan, bir yandan da çocuklarını büyütmeye çalışan annelerin fotoğraflarından oluşmuştu. O an aklıma başlıkta yazdığım slogan geldi. İyi anne olmak için farklılıkların farkında olmak gerek. Farklılıkların farkında olmak, yapıcı eleştiri yapabilme, çocukları daha objektif gözlemleme becerilerini ve annelik davranışlarını iyileştirmek için ilk adım sayılabilir.

Çoğu kadın, ilk çocuğuna sahip olmadan anne olmaya yönelik bir eğitimden geçmiyor. 9 ay 10 gün boyunca anneliğin nasıl bir şey olduğunu hissetmeye, gözünde canlandırmaya çalışıyor, hayal kurarak ya da plan yaparak, azimliyse okuyarak araştırarak bir şeyler öğrenmeye çalışıyor. Hiç bir kadın dünyaya geldiğinde anne olma özelliklerini genetik olarak kodlanmış bir şekilde bünyesinde bulundurmuyor. Lisans yıllarımda bir dersimizin bir oturumunda içgüdüler konusunu tartışırken doğru bilinen gerçeklerden bir örnek ortaya atılmıştı. Hocamız “insanda iç güdü yoktur çünkü insan türünün her bir varlığı bir şeyi tıpatıp aynı şekilde yapmaz” “Peki hocam ya annelik içgüdüsü?” diye soran bir arkadaşımıza verilecek cevap çok basitti: Bu dünyada anne olmak istemeyen, ya da istemeye istemeye anne olmuş ama çocuklarından vazgeçmiş, çocuklarını cami avlularına bırakmış, ve en kötüsü çocuklarını öldürmüş anneler varken, hala anneliğin bir içgüdü olduğunu savunabilir misiniz?”

Anne olmak, bir çocuğa hayat vermekten ibaret değil. O çocuğu dünyaya getirdikten sonra başlıyor asıl macera. Çoğu kadın, anne olmayı yaşayarak öğreniyor. Bir kısmı kendi annelerinden ilham alırken diğerleri çevresindeki diğer anne olan kadınlardan ve onların deneyimlerinden yararlanıyor. Tam bu noktada, annelerin genelde kendi gibi, kendine yakın annelerle vakit geçirmeyi tercih eden bir çoğunluğun olduğunda söz etmek yanlış olmaz sanırım. Anne olmak en iyi yaşayarak öğrenilir, evet, ama çocuk yetiştirmenin deneme yanılma yöntemiyle öğrenilmesinin ne kadar riskli olduğunu açıklamama gerek yok sanırım.

Bazı annelerde anneliği kendilerine profesyonel meslek edinmeye başladılar son günlerde. “Çocuk yapınca işimi bıraktım, madem çocuğuma bakmak benim birincil işim bu deneyimlerden herkes faydalansın bari” gibi masum bir fikirle yola çıkan, eğitim seviyesi yüksek bazı annelerin anneliği ticari bir sektör alanına dökmesini geçtim (bu noktayı eleştirmek bana düşmez), benim çocuğumda şöyle böyle oldu, dikkat edin! ya da ben şunu okudum çok beğendim siz de okuyun ufkunuz açılır, veya benim çocuğum şu oyuncakla oynarken çok eğlendi, deneyin siz de bayılacaksınız derken bu yazıları okuyan diğer annelerin yaşadıkları çevre-geldikleri kültür-aile yapısı v.b. gibi çocuk yetiştirmede farklılık yaratan bir sürü dinamiği göz ardı ettiklerini akıllarına bile getirmiyorlar. Kendi yaşantılarında ulaştıkları problem çözümlerini diğer annelerle paylaşmalarını sosyal destek platformu oluşturma açısından desteklesem de internet gibi bir bilgi uzayı ve bilgi çöplüğü kesişimi olan bir alanda yazılan çizilen her şeyin okuyucular, hele de anneler tarafından çok iyi analiz edilmesi gerektiğine yürekten inanıyorum. Sizi ve çocuğunuzu tanımadan size verilen çözüm reçeteleri, belki işe yarayabilir, ama risklidir. Siz bu reçeteleri uygulamaya koyarken kendi gözlemlerinize ve çocuğunuzu ne kadar iyi tanıdığınıza güvenmek zorundasınız. Farklılıkların farkında olmak ve bir anne olarak kendinizin ve çocuğunuzun bu farklılıkların neresinde olduğunuzu iyi belirlemek zorundasınız.

Kendinizin nasıl bir anne olduğunu düşünürken değerlendirme ölçütlerinizi nasıl belirlediğinizi biliyor musunuz? Ölçütleriniz kendi çocuğunuza ne kadar yetebildiğinizle mi ilgili yoksa kendinizi nasıl hissettiğinizle mi? Yoksa, Ayşe çocuğuna çok oyuncak alıyor, ama benim param yok ben oyuncak alamıyorum diye kendinizi çaresiz mi hissediyorsunuz? Ya da Veli’nin çok oyuncağı var, baksana annesiyle de ne güzel oynuyor diye düşünüp kendi durumunuz için hayıflanırken kapılar ardında da gerçekler olabileceğini düşünebiliyor musunuz? İnsanın kendine, hele de çocuklarıyla ilgili konularda objektif bakması çok zordur. İşte tam da bu yüzden ciddi olduğunu düşündüğünüz sorunlarda işinin ehli bir profesyonelden destek almak istersiniz. Benim dileğim işler ciddiye binmeden kendi annelik davranışlarınız üzerinde içgörü kazanmanızı bir nebze de olsa farklılıkların dünyasında yaşadığımızı vurgulayarak desteklemek.

Farklılıklarla ilgili ufkunuzu genişletmek için Bebekler (Orj. Bébé(s)) isimli filmi mutlaka izlemeniz gerektiğini düşünüyorum. Mongolia, Namibia, San Fransico ve Tokyo’da büyümekte olan bebeklerin bir yıllarını yansıtmaya çalışan bu film bence farklılıkları anlamaya başlamak için güzel bir nokta. Aşağıdaki videoda da filmin fragmanını izleyebilirsiniz.  


Çocuk eğitiminin felsefesi üzerine okuma yapmak isteyen anneler içinse Jean JacquesRousseau’nın Emile ya da Eğitim Üzerine isimli kitabını tavsiye ederim. Kitabın içeriğiyle ilgili ingilizce bilgiye wikipedia'dan ulaşabilirsiniz.

Unutmayın. Çok okuyun, Çok İzleyin ama her bilgiyi doğru kabul etmeyin. Öğrendiklerinizin kendi hayatınızda uygulanabilirliğini analiz edin. Ve şunu aklınızdan hiç çıkarmayın, kendiniz gibi olanlardan değil sizden daha farklı olan kişilerden çok daha fazla şey öğrenebilirsiniz. Farklılıkların farkında olmakta fayda var...

Herkese iyi yazlar...




20 Mayıs 2012 Pazar

Geçmişe Yolculuk Etmek İsteyen??

Oldum olası tarih derslerini sevmişimdir. Neden sevdiğim konusunda ise biraz kararsızım. Hayatım boyunca ezber becerileri çok düşük biri oldum. Hatırlıyorum da bu yüzden tarih sınavlarında savaşların neden-sonuç bağlantısını kurabilirken hangi tarihlerde yapıldığını hep yanlış yazardım. Hiç bir zaman Osmanlı İmparatorluğu padişahlarının sırasını tam olarak ezberleyemedim. Hangi savaşta kim kimi öldürmüş, kim hangi toprağı ele geçirmiş bu da ilgimi çekmezdi. Ancak, yılların getirdiği doğal veya yapay afetleri atlatıp günümüze kadar ulaşan günlük kullanım araçları ya da sanat eserlerini görünce onları hem merakla incelemişimdir, hem de seneler boyu beraberlerinde günümüze kadar taşıdıkları hikayelerin perde arkalarını merak etmişimdir. 

Tarih dersleriyle ilgili standart ÖSS sürecinde tahtaya kalk dersi anlat bakalım tarzı işlenenlise tarih dersleri haricinde çok keyifli tarih dersleri alma şansı bulduğumu da vurgulamam gerek. 8. sınıfta olmalıyım, hocamı çok sevdiğim için sırf eğitsel kol sorumlusu da sevdiğim hocam diye Tarih koluna yazılmıştım o sene. Gezi koluna inat en çok biz gezmiştik o sene. İstanbul'da gitmedik müze bırakmamıştık, okul saatleri içersinde olduğu için bu gezilerin keyfi daha bir güzeldi. Hiç unutmuyorum, bir müzede (ya topkapı, ya beylerbeyi sarayı) hocamız osmanlıca bir belgenin başında durmuş ve bize o belgeyi tercüme etmişti. O küçük yaşlarda hocamıza duyduğumuz hayranlık daha da bir artmıştı. "Vay beee demek ki günümüzde Osmanlıca bilen birileri var ve onlardan biri de bizim tarih hocamız." Gezilerimiz İstanbul'daki müzelerle sınırlı kalmamıştı. İznik'e olan ilk ve tek ziyaretimi de tarih kolunun haftasonu gezisine borçluyum...

Güzel anılar biriktirdiğim diğer bir tarih dersi de Mr. Scott'dan lise 3 yılındayken aldığım Amerikan tarihi dersiydi. İlk defa bir tarih dersi ortamı bu kadar rahat, keyifli ve ezber yapma baskısından uzaktı. Kızılderililerin geçmişini okurken ders kitabını takip etmek yerine Ishi'nin belgeselini izlemiştik (seneler sonra hala bu ismi hatırlıyor olmam bile dersin üzerimde bıraktığı etkiyi kanıtlıyor olmalı) hem de sınıf içersinde tam bir sinema ortamı yaratarak. Sınıf arkadaşlarımın yere uzanarak, yatarak, yiyecek eşliğinde derse katılıyor olmaları bende kültür şoku yaratmıştı. Daha sonra Civil Rights movement'ı işlerken Martin Luther King ile ilgili bir film izlemiştik, bir de ben dönem ödevi olarak bu konuyla ilgili bir kitap seçtiğim için konu çok ilgili çekmişti. Sene sonu projemiz ise tamamen bizim insiyatifimize bırakılmıştı. Yaratıcılık ve konu serbestti. Biz de New York City'nin tarihini konu olarak seçip trivia quiz tarzında bir kutu oyunu yaratmıştık grup arkadaşımla. Sanırım o yıldan sonra bir daha bu kadar keyifli bir tarih dersi daha işlemedim...

Bir kaç sene evvel Harbiye'deki Askeri Müze'yi gezerken neden bazı dersler bu müzede işlenmiyor diye düşünmeden edemedim. Salondan salona geçerken karşımıza çıkan tablolar savaşların önemlerini doğrudan yansıtıyorlardı. Bu salonlarda, o tablolar karşısında bir hikaye gibi tarihimizi dinlemek çok keyifli olurdu diye düşündüm. Keşke müzeler sadece gezmek ve vakit geçirmek için olmasaydı da İspanya'da olduğu gibi her müzenin bir eğitim merkezi olma  ve eğitim programı yürütme zorunluluğu olsaydı. Öğretmenler ve öğrenciler yaşadıkları yerlerin tarihini müzeler aracılığıyla özümseyebilselerdi. 

Tarih ile ilgili bu yazıma ilham verende işte tam böyle bir etkinlikti. Bu sene 8.si yapılan Magna Celebratio Badalona şehrinin Roma İmparatorluğu geçmişini hatırlamaya ve o şehirde yaşayanlara şehrin geçmişte nasıl bir günlük yaşam sürdürülüyordu bunu tattırmaya yönelik üç gün süren bir etkinlikler dizi olarak gerçekleştirildi. Badalona Müzesi çevresinde konumlandırılan 5 bölge ve bir de metroya yakın 1 bölgede olmak üzere toplan 6 bölgede Roma İmparatorluğu'nda gündelik yaşam nasıldı standlarla, etkinliklerle, mini atölye çalışmalarıyla, aile paylaşımlı çalışmalarla yeniden hayata döndürüldü. 

Bazı etkinlikler ücretsizken bazıları cüzi miktarlara yürütüldü. Ücretler de zamana uygun olarak Euro yerine AS para birimiyle yapıldı (değişimler de müzede yapıldı). Özellikle 5-12 yaş grubundan çocuk sahibi olan aileler için çocuklarına tarihi sevdirmenin muhteşem bir fırsatıydı, çünkü çocuklar o dönemi yaşayarak, dönem kıyafetleri giymiş yetişkinlerden yaptıkları işlerle ilgili anlayabilecekleri dilde bilgi alarak, deneyerek, eğlenerek öğrendiler. Biz de yetişkin olarak çok keyifli anlar geçirdik ve tarih cenneti olan ülkemizden neden böyle kaliteli, bilgilendirici ve eğlenceli günler düzenlenmez diye iç geçirip üzüldük. 


Ücretli aktiviteler içersinde Gladyatörlerin kullandığı at arabasıyla turlamak, doğal bitkilerden kokulu krem yapmak, yünden iplik yapmak, boncuklardan kolye veya bileklik üretmek, deriden cüzdan yapmak, mozaik yapmak, roma lejyoneri kılığına bürünüp askeri eğitimden geçmek gibi etkinlikler varken ücretsiz olarak katılınabilinen etkinlikler arasında ise Roma İmparatorluğu dönemindeki çocuklar gibi oyun oynamak (bu bölümde oynanan oyunların videosunu aşağıda izleyebilirsiniz), kerpiçten duvar örmek, Roma dönemi okuluna ziyarete gidip onların mumdan yapılmış tabletlere ve papirüs kağıtlarına nasıl yazı yazdıklarını öğrenmek bulunuyordu. 



Bu etkinlikler dışında günlük yaşamla ilgili aklınıza gelebilecek her meslek için bir stand ayrılmıştı ve stand sorumluları tek tek Roma İmparatorluğu dönemindeki işleyişlerini günümüzde hala yapıyorlarmış gibi anlatıyorlardı. Biz de onları dinleyerek o dönemde marangozluk nasıl yapılır, sardalye nasıl tütsülenir, iyileştirici bitkiler ve ilaçlar nedir, kundura nasıl yapılır, ekmek yapmak için buğday nasıl öğütülür, demir nasıl dövülür, balık tutmak için ağ nasıl örülür, bitki liflerinden halat nasıl yapılır dinleyerek, görerek, yaparak, deneyerek yani etkileşimli bir şekilde öğrendik. Böylece Türkiye'deki tarih derslerinde Bizans İmparatorluğu'nun, Costantinapolis'in gölgesinde yüzeyselce öğrendiğimiz Roma İmparatorluğu'nda günlük yaşam nasılmış hayallerimizde canlandırabildik. 


Umarım ülkemizde de gelecekte çocuklara tarihi sevdirmek, geçmişleriyle iletişime geçmelerini sağlamak için böyle etkinlikler düzenlenir. Tarihi sevdiremeyen tarih öğretmenleri, öğrencilerin sıkıntıdan patladıkları cehennem azabı çektiren tarih dersleri, tarihe tek bir mercekten at gözlüklerinden bakan bir tarih müfredatı yerine eğlenerek ve yaşayarak öğrenilen tarih dersleri olsaydı güzel olmaz mıydı?

30 Nisan 2012 Pazartesi

Kreş ve Anaokulu Gezisinden İzlenimler

İstanbul'da sabahın köründe yollara düşüp Eğitimde İyi Örnekler konferansına katılma maceramı bir önceki yazımda anlatmıştım. Bu yazımda da başka bir idealistlik örneği olabilecek bir çalışma gezimden bahsedeceğim. 

Geçtiğimiz haftalarda facebook ve twitter gibi sosyal paylaşım platformlarının gücünü bir kez daha anladım. Maceram Katalunya'daki tüm öğretmenleri çatısı altında toplayıp onların mesleki yeterliliklerine katkı sağlamayı hedeflemiş öğretmenler derneği olan Rosa Sensat'ın bu platformda yayınladığı "3 okula çalışma ziyareti düzenliyoruz, katılım sayısı sınırlaması yok, katılım ücretsiz. Sadece cumartesi günü saat 10:00'da Valls'de ana meydanda toplanıyoruz" duyurusunun altına Valls'e toplu taşıma aracıyla Barselona'dan nasıl ulaşırım diye sormamın üzerine buluşmaya bir gün kala bir kişinin "şu kişiyi arayıp sor, arabada yer varsa bizimle gelirsin" demesiyle başladı.  

Daha önce ismini duymadığım, küçük bir kasaba olduğunu tahmin ettiğim Valls, meğer Tarragona'ya bağlı, Barselona'ya yaklaşık 100 km uzaklıkta 25000 nüfuslu küçük bir şehirmiş. Telefonda Katalanca konuştuğum kişinin kim olduğundan habersiz cumartesi sabah 08:30'da evime yarım saat uzaklıkta bir buluşma noktası kararlaştırıp ziyaret gününü beklemeye başladım.

Bir cumartesi sabahı 07:45'te önce otobüs daha sonra metro kullanarak buluşma yerine ulaşmak için evden çıktım. Buluşma noktasında benden başka bir kişi daha bekliyordu. Beni arabasında götürmeyi kabul eden kişi buluşma noktasına ulaşınca tanıştık: Arabanın sahibi, beni de götürmeye kabul eden kişi meğer Rosa Sensat derneğinin müdürüymüş, diğer öğretmenlerin "mestressa" yani öğretmenlerin öğretmenleri olarak tanımladıkları biri, arabadaki diğer yolcu ise İsviçre'nin Freibourg şehrinde yaşayan, dans öğretmenliği yapan başka bir Katalan bayandı. Çok kültürlülük diye ben buna derim dedim içimden, güne güzel başladık...

Şehir içinde kaybolmamızdan ötürü, istemeden de olsa assolitler vari, buluşma noktasına ulaşan son kişilerdik. Uzaktan buluşma noktasını görünce hepimiz çok şaşırdık: çok kısa bir süre içinde duyurusu yayınlanmış, hiç bir sertifika, katılım belgesi vb. bir şey vaadetmeyen bu geziye yaklaşık 130 civarında öğretmen katılmak için toplanmıştı. Hem de İspanya gibi bir memlekette cumartesi sabahın köründe...

Vakit kaybetmeden katılımcılar 3 gruba ayrıldılar. Ziyaret edilecek 2 kreş (kreş terimini aslında sevmiyorum, çünkü ziyaret ettiğimiz yerler gündüz bakım evi değil, 0-3 yaş çocuklarına eğitim veren kurumlardı), 1 anaokulunu 45er dakikalık sürelerle tek tek gezmek için yola çıktı, her grup ziyaret turuna başlama noktaları olan okulun sorumlusu liderliğinde.

Ben dernek başkanını takip ederek onun gittiği yerden başlamayı uygun gördüm. Grubumuzda o bölgenin il eğitim müdürlüğünde sorumlu bir bayan da bize eşlik etti. İlk durağımız belediyeye bağlı olarak hizmet veren Els Tabalets 0-3 yaş okuluydu. Ziyaret başlangıcında okulun sorumlusu tüm gruba okulun işleyişi ve uygulanan eğitim programı hakkında bilgi verdikten sonra herkes sınıflara dağıldı. Her sınıfta, sınıf öğretmenleri ziyaretçilere merak ettikleri konularda bilgi vermek için hazır bekliyordu.

Ziyaretlerim sırasında hem fotoğraf makinam hem de cep telefonlarım beni yarı yolda bıraktılar. Bu yüzden istediğim kadar detaylı fotoğraf çekemedim. Ama şarjım bitmeden bir kaç video çekebilme fırsatı yakaladım. Aşağıdaki videoda sınıf öğretmeninin çocukların her gün evlerine götürdükleri, aile-okul arasındaki iletişimi sağlayan ajanda defterlerin nasıl kullanıldıklarını anlatıyor. Bu ajandalara öğretmen-aile dışında çocuklar da isterlerse yazı yazabiliyorlarmış (2 yaş grubu çocuklarının yazı yazmasını desteklemek için çok güzel düşünülmüş., videoda öğretmen öğrencinin yaptığı karalamaları da gösteriyor). Videonun devamında 2 yaş sınıfının nasıl bir yer olduğunu da görebilirsiniz. Video sınıfın günlüğünden sayflara odaklanarak bitiyor...


Bu okula girer girmez çocuk eğitiminde Reggio Emilia yaklaşımını iliklerime kadar hissettim. Türkiye'de henüz keşfedilmediğini düşündüğüm bu yaklaşım Türkiye'de anlam veremediğim Montesorri salgınının öne çıkmasıyla beraber bir süre daha hakettiği değeri göremeyeceğe benziyor. Bir başka yazımda belki neden Montesorri okullarına sıcak bakmadığımı uzun uzun yazarım. Bu yazımın konusu olmadığı için asıl konumuza hemen geri dönüyorum. 

Reggio Emilia'da çocukların yaşadıkları çevreyle bütünleşik olarak gelişmesine odaklanılır. Eğitim materyali, eğitim programına dahil edilen konular hem çevreden, hem çocukların birebir yaşantılarından ve ilgilerinden doğar. Eğitim sürecinde materyallerin doğal olmasına dikkat edilir (mesela kum havuzunda kum yerine kurutulmuş portakal kabuğu rendesi gördüm, kozalaklardan tutunda deniz kabuklarına kadar bir çok doğal malzeme çocuklar için çekici hale getirilmiş şekilde sunuluyordu). Kullanılan eğitim materyali dışında çocukların günlük yaşamlarının kayıt altında tutulması bu eğitim yaklaşımın en önemli savunusudur. Okula girer girmez okul koridorlarına asılmış, çocukların katıldıkları etkinliklerden, okulun günlük yaşamından fotoğraflar hemen dikkat çekiyordu. Sınıflara girdiğimizde de 3 çeşit kayıt şekliyle karşılaştık: Fotoğraflarla desteklenmiş sınıf günlüğü, çocukların hergün eve götürdüğü aile-okul arası iletişimi sağlayan ajandalar ve çocukların aileleri tarafından hazırlanmaya başlanmış, öğretmen-aile tarafından devam ettirilen albümler... Bu albümlerin birinde bir aile bebeklerinin ilk resmi olarak anne karnındaki ultrason resmini koymuşlardı çok hoşuma gitti... Sınıflar içinde hayran kaldığım diğer bir nokta da oyun köşelerinin olmasıydı. Bir sonraki durağımız olan anaokulunda oyun köşelerini bu kadar somut olarak görememiş olmak her ne kadar beni biraz hayal kırıklığına uğratmış olsa da 0-3 yaş okulları bu konuda sınıfı geçtiler...

Reggio Emilia ve çocukların yaşantılarını kayıt altında tutmakla ilgili 15 dakikalık bilgilendirici bir videoyu aşağıda izleyebilirsiniz.


İkinci durağımız ise temelleri 75 sene önce atılmış, ama bir kaç sene evvel binası yenilenen bir ilkokul olan Escola Candela içersindeki 3-6 yaş grubu okuluydu. Bir önceki okuldaki öğrenci popülasyonun neredeyse %100'ünün katalan olmasının aksine bu okulun öğrencilerinin %80'inin göçmen ailelerden geliyor olması ziyaretimizin de ana temasıydı.  Nüfusun %17'sinin göçmenlerden oluştuğu Valls şehrinde yerli halkı okullarına çekemediklerinden muzdaripti burada çalışan öğretmenler. Aktardıkları bir kaç anektodda Katalan velilerin çocuklarının göçmen çocuklarla karışmasından nasıl korktuklarını gözler önüne seriyordu. Bir veli, okulun tanıtım gününe gelmiş ve sunum sonrasında müdüre yaklaşıp "Biliyorum ki bu okul çocuğum için çok yararlı olurdu ama biz onu buraya yollayacak kadar cesur değiliz." demiş. 

Okul göçmen ailelerle çalışırken yola çıktıkları felsefenin "Bizi bir okul gibi değil bir aile olarak görün" olduğunu vurguladı. Normalde sokaklarda baş örtüsüyle dolaşan kızların okula gelince  baş örtülerini çıkardıklarını çünkü okul içinde sınıf arkadaşlarını kardeşleri, öğretmenlerini de anne-baba olarak gördüklerini anlattı müdür. 

Bu okulda çok kültürlülükle ilgili yapılan uygulamalardan ikisi çok hoşuma gitti. Birincisi okulda çalışan öğretmenlerden bir ekip her sene öğrencilerinin geldiği ülkeler ve şehirleri kapsayan bir eğitim gezisine çıkıyormuş. Böylece öğrencilerinin hangi şartlardan geldiklerini daha iyi anlayan öğretmenler onlara daha uygun bir şekilde yaklaşmayı öğreniyorlarmış. Diğer bir uygulamada da, özellikle okulda Fas asıllı öğrenci çokluğunda, kurban bayramı sırasında onların kutlamalarına okul olarak ortak olduklarından söz ettiler. Bunca okul gezdim, hiç bir okulda da bizim öğrencilerimiz için şu gün önemli, o günü eğitim programımıza dahil ettik sözünü duymamıştım. Varsa yoksa hep hristiyan kökenli Katalan bayramlarının kutlanması önemseniyordu...

Okulun işleyişinde 3-6 yaş grubu öğrencilerinin ve ailelerinin okul hayatına katılması açısından öne çıkan alanlar ise okul girişindeki geniş bir meydan (bu meydanda yansıtılan barkovizyondan veliler o hafta öğrencilerin neler yaptıklarını görebiliyorlar), ve kütüphaneydi. 

Zor öğrenci gruplarıyla çalışan öğretmenlerin ne kadar istekli ve idealist olduklarını tekrar hatırlayıp onları bir daha takdir ettikten sonra okuldan çıkarken söylenmelerimizin hedefleri veliler ve hükümetti. Malum İspanya'da şu anda sağ parti olan PP ve Katalunya'da aşırı Katalan Milliyetcisi CİU iktidarda. Bu iki hükümet de eğitim alanında korkunç kesintilere gittiler. Dernek başkanı okuldan çıkarken "bu hükümet böyle öğretmenleri haketmiyor." diyordu... Bense Katalunya'da şimdiye kadar ziyaret ettiğim, çalıştığım, ya da araştırma yaptığım devlet okullarını hatırlayınca Türkiye'nin eğitimde ne kadar geri kaldığını bir daha anlıyorum. Buranın devlet okulları, bizim özel okullar gibi... Eksikleri yok, fazlaları bile olabilir. En azından velilere müşteri gözüyle bakmıyorlar...

Ziyaret ettiğimiz üçüncü okul ise henüz 1. dönemini tamamlamış ve ziyaret turumuza başladığımız okul ile birebir aynı olan yeni bir kreş olduğu için orada aldığım notları buraya aktarmıyorum. Gezi sırasında grubun resmi fotoğrafçısı tarafından çekilen fotoğraflara şu linkten ulaşabilirsiniz...

Gelecekte çocukların hakettikleri eğitime ulaştıkları okullara kavuşmalarını dileyerek bu yazımı da burada noktalıyorum...


13 Nisan 2012 Cuma

Peki Ya siz? Bir Alex misiniz?



Paskalye bayramını fırsat bilip 12 günlük bir tatil için 7 ay uzak kaldığım İstanbul’a gittim. Bu sene şansıma tatil tarihlerimle uzun zamandır katılımcısı olmak istediğim Eğitimde İyi Örnekler Konferansı’nın tarihi çakıştı. Fırsat budur diyip hayatımda ilk defa bir Cumartesi sabah saat 6dan önce uyanıp, saat 7.20’de Taksim’de olma pahasına, uykusuzluğa rağmen tatilimin 4.gününü bu konferansa ayırdım. Hiç de pişman değilim.

Sabah 09:00 akşam 18:00 saatleri arasında sadece yarım saatlik bir yemek arasıyla bir atölye çalışmasından başka bir sunuma öyle bir yoğun koşuşturmacayla geçti ki uykusuzluğumu bile unuttum gün boyunca. Türkiye’nin tüm iyi eğitimcileri oradaydı desem yanılmam herhalde. Bir Cumartesi sabahı o kadar erken saatte bir konferans için hazır bulunmak gerçekten sadece işini sevenlerin yapacağı bir şey. O ortamda olup, değerli uzmanlarla aynı havayı solumuş olmak da beni ayrıca mutlu etti.

Gün boyunca hiç mi aksilik-terslik-olumsuzluk yok muydu diye soracak olursanız, aklıma sadece üç tane geliyor:
1) Sabancı Üniversitesi’nin kampüsünde yapılan etkinlikte ne konferans katılımcılarına ne de konferansta sunum yapacak eğitimcilere Wi-Fi bağlantısı sağlanmamış olması bence bir ayıptı. Devir sosyal medya devri, herkesin cep telefonlarıyla bağlanmak istemeyecekleri akıllara gelmemişti sanırım. Bu nedenle konferansla ilgili düşüncelerimi interaktif olarak direk meslektaşlarla paylaşamadım. Uzaktan bir uzay üssü imajı çizen Sabancı Üniversitesi’nin de (belki onların hataları değil ama) bu nedenle imajı gözümden biraz düştüğünü üzülerek itiraf ediyorum.

2) Diğer bir olumsuzluk katıldığım “Ayrımcılık Sorunu Eğitim OrtamlarındaNasıl Ele Alınabilir? Örnek Ders Uygulamasıçalıştayında dikkatimi çekti. Nerden baksanız 40tan fazla katılımcı arasında karşıt görüşü temsilen kimse yoktu. Senteze ulaşmak için Tez-Antitez ikilisinin bulunmasından yana olan biri olarak şeytanın avukatlığını yapsam mı diye düşünmedim de değil. Sonuç olarak katılımcı grubun gerçek hayatı temsil etmediğine karar verdim. Oysa ki çalıştay sırasında karşıt görüşler konuşsaydı bence daha öğretici olurdu. Yine de bu çalıştayı, özellikle de kullanılan videoları ve grup tartışmaları için sunulan soruları, çok beğendim. Belki bu çalıştayla ilgili ilerde daha detaylı bir yazıda yazarım.

3) Çok merak ettiğim bir sunumun, İstanbul İl Milli Eğitim’in temsilcilerinin sunduğu “İstanbul Dersi Dünyaya İyi Örnek Oluyor”, sunuşu yapacak kişiler tarafından kafalarına estikleri için sunum yerini sınıf ortamından çıkarıp daracık koridor alanına taşımaları yüzünden izleyememek durumunda kalmam ve merakımı gideremem aklımda kalan son olumsuzluk. Bir umut sunumun yapıldığı koridor standına gittiğimde izleyici yoğunluğundan dolayı ayakta durup not almanın imkansız olduğuna karar verip günün son sunumunu izlemeden çıktım. Bu yazıyı okuyanlar arasında bu sunumu izleyen varsa izlenimlerini paylaşırsa güzel olur.

Konferansta izlediğim tüm sunuşları bir yazıda toparlamanın pratik olmaması sebebiyle izlenimlerimi kısaca (4+4+4 tartışmalarından, açılış konuşması sırasında yapılan agresif protestolara değinmeyi tercih etmeden) özetledikten sonra aklımda en çok kalan sunumla ilgili aldığım notları sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Dinlemek için işaretlediğimde her ne kadar sunuş başlığı ilgi alanlarım dahilinde olmasa da sunuşu yapacak kişiyi daha önce dinlememiş olduğum için gitmeye karar vermiştim. “ Öğrenciyi Nasıl Doğru Yönlendirebilirim?” başlıklı oturumda söz ünlü psikoterapist Emre Konuk'taydı. 

Emre Konuk’un kurucusu olduğu Davranış Bilimleri Enstitüsü’ne henüz yeni bir mezunken yolum düşmüştü. Hatta biraz sonra bahsedeceğim 16PF envanterini de yaparak bir pozisyon için başvurmuştum. Sonrasında orada çalışmak kısmet olmadı ama Emre Bey ile yüksek lisans öğrencisiyken katıldığım European Congress of Psychology sırasında Prag’da ayak üstü tanışmıştım. Bu iki yaşantı sonrasında ilk defa Emre Bey’i dinlemek bu sene, EİÖ konferansında mümkün oldu.

Başlığından yola çıkarak sunuşu dinlemeye gelenler için kesinlikle beklentilerini boşa çıkaran bir sunum olmasına rağmen benim beğenmemin sebebi anlatılanların gerçek hayatla doğrudan bağlantılı olması ve pratiğe uygulanabilme olasılığıydı. “Yeteneği Keşfetmek ve Kişilik” başlığını seçmişti Emre Konuk sunuşu için. Çocuklarda yeteneklerin keşfedilmesinin gerekliliğinden yola çıkarak mesleklerin16PF kişilik envanteri uygulanarak elde edilen  kişilik profillerinden bahsederek devam etti. Sonuç kısmında ise uyumlu evliliklerde kadın-erkek kişilik özelliklerinden söz etti. 16 PF’nin reklamı niteliğinde bir sunumdu ama gerek ünlü futbolcu Alex’i örnek olarak sunması, gerekse kendi eşiyle ilgili atıflarda bulunması nedeniyle eğlenceli ve ilgi çekici bir sunumdu.

Yetenek’i kavram olarak “düşünce-duygu-davranışlarda yüksek performans” olarak tanımladı Emre Konuk. Yetenek gelişimi ile ilgili beyin araştırmalarından bahsetti, Harry Chugani’nin çalışmalarına atıfta bulundu. Yeteneğin gelişmesi için 3-15 yaş aralığının öneminden bahsettikten sonra geçmişte çocukların zayıf yönlerinin tespit edilp onların güçlendirilmeye yönelik müdahalelerin günümüzde değiştiğini, ya da değişmesi gerektiğini vurguladı. “Günümüzde şirketlerin yeni eğilimi varolan yeteneklere odaklanıp o yetenekleri daha da geliştirmektir” dedi.
“Bir mesleği ideal olarak yapan profesyonelde bir sürü yetenek gerekir. Eğitim sistemi bu yeteneklerin hepsini geliştirmek ister. Ancak bunun imkanı yoktur. Bunun yerine kişinin güçlü olduğu yeteneklerini keşfedip onları daha da iyileştirmek için desteklemek gerekir.” Bu söyleminin ardından örnek olarak Fenerbahçe’nin başarılı futbolcusu Alex’i gösterdi.

Alex’in güçlü ve zayıf yönlerini fotoğrafta görebilirsiniz. Alex’i Alex yapanın onun güçsüz noktalarının değil, yeteneklerinin öne çıkmış olmasıdır diyerek, Alex’in hocalarının onu savunmada işe yarar hale getirmeye çalışmak yerine gol atma potansiyelini en üst seviyeye çıkarmak için çaba sarf ettiklerini vurguladı.

Peki ya siz bir Alex misiniz? Zayıf yönlerinizi kafanıza takmayıp, güçlü yeteneklerinizin tadını çıkarıp meyvesini yiyebiliyor musunuz? En önemlisi de kendinizi ve yeteneklerinizi tanıyor musunuz?

Ele alınan son konu eşler arasında uyumluluğu belirleyen kişilik özellikleriydi. Zıt kutuplar birbirini çeker, farklı kişilik özelliklerine sahip çiftler birbirini tamamlar gibi söylemlerin aslında hurafe olduğundan çiftlerin uyumluluğunu belirleyen kişilik özelliklerinden 14 tanesinin düzeyinin benzer olmasının eşler arasındaki uyumu olumlu yönde etkileyeceğini söyledi. Durum sadece iki kişilik özelliğinde: Sıcakkanlılık ve Problem çözme de farklılaşıyormuş...
Aşağıdaki resime baktığınızda da Kadın-Erkek romantik ilişkilerinde eşler arasındaki uyumun hangi özellikler sayesinde CENNET hangi özellikler yüzünden CEHENNEM’e döndüğünü göreceksiniz. Bence tablonun en dikkat çekici yeri Cehennem tablosu içinde yer alan ERKEK FAKTÖRLERİ: buradaki verilere göre eğer eşiniz sadece bir tek size değil herkese karşı sıcak kanlıysa ve yeniliklere açıksa ilişkiniz için tehlike çanları çalmaya başlamış olabilir. Sonuç olarak erkeğin hala “ağır abi” olanı makbul sanırım. Kadınlarda ise mükemmeliyetçilik azalınca uyumun azalabileceği belirtilmiş. Erkekler kadınların mükemmeliyetçi yanını seviyor olmalı, acaba mükemmeliyetci kadınlar için uyumlu eş olabilmek için ne kadar çaba harcıyorlar? Hem kadınlar hem de erkekler için geçerli olan bir nokta ise eğer ilişkinizde eşinizle uyumlu mutlu mesut yaşamak istiyorsanız kendizi sorgulamayı bırakın, endişe düzeyinizi de kontrol etmeye bakın...

Ayşe Arman’ın ile Emre Konuk aldatmak ilgili yaptığı röportaja iki bölüm olarak buradan  ve şuradan  okuyabilirsiniz...

Eğitim ile başlayıp kadın erkek ilişkilerindeki uyuma kadar geldik. Hayatın her alanında eğitimin şart olduğunu unutmadığımız bir hayat yaşamamızı diliyorum...